VAROLUŞÇU PSİKOTERAPİLER VE VAROLUŞÇU ANALİZ
Varoluşçu psikoterapi, 21.yüzyılın yükselen bir terapi akımı olarak kendini bireylere tanıtmıştır. Varoluşçu düşünce, oysa kendini çok eski yıllarda dahi kendini göstermiş olsa da, değerini ve önemini günümüzde kazanmıştır. Oysaki köküne inecek olursak Antik Yunan’a kadar gidebilmemiz mümkündür. Eski dönemlerde varoluşçu görüş farklı toplumlarda kendini farklı toplumsal normlarla kendini göstermiştir. Bazı toplumlarda bir felsefenin temelini oluştururken başka toplumlarda dinsel bir öğreti halinde de sunulmuştur. Ancak, varoluşçu düşüncenin ortak ve en önemli noktalarından birisi de varoluşçu düşüncenin felsefeyle ilişkisidir. Varoluşçu psikoterapi de felsefi davranmak, danışanla oturup felsefi konuşmalar gerçekleştirmek demek değildir. Felsefe, kümülatif bir şekilde bir şekilde bilginin artışı demektir. Burada bireyin arttıracağı bilgi birikimi onu varoluşçu düşünmeye itecektir. Felsefe, bu bilgileri tasvir ederek diğer olgularla ilişkisini ölçme çabası içine girmiştir. Varoluşçu terapinin değindiği diğer bir ortak özellik ise diyaloga verilen önemdir. Diyalog, varoluşçu psikoterapi için iki bireyin karşılıklı yapmış olduğu konuşmalar dizisi değildir. Tam tersine, bireyin karşındakinin yaşadıklarına temas etmesini kabul edip, benimseme çabasıdır. Danışanın, yaşadıklarına temas eden ve kendini açmasını sağlayan danışman, varoluşçu psikoterapinin bu koşulunu iyi bir şekilde yerine getirdiğini düşünebilir. Diyalog ile felsefi olmanın birleştiği nokta, her konu bir diyalog çerçevesinde yürütülebilir ancak varoluşçu görüşte önemli olan bu diyalogları felsefi bir tavırla sürdürme girişimidir. Bu yüzden her diyalog konusu, varoluşsal düşünce konusu demek değildir. Bu diyaloglar sonucunda, kendinin farkında olan insanlar kendini bilmenin yolunu felsefi temele dayandırarak konuşma çabasına girerler. İşte bu bağlamda varoluşsal psikoterapi bir bakış kazanmış olur.
Varoluşçu psikoterapinin özü insandır ve bu düşünceyle hareket ettiği için varoluşçu düşünce bazı durumları reddeder. Hiççilik, reductionism ve pan-determinisme karşı olmuştur.
İnsan hayatının anlamlılığını savunan bu görüş tam aksi yaklaşımları her an için reddetmiştir. Bu demek oluyor ki, insanın dünyayla etkileşime girdiği andan itibaren, ölümüne kadar geçen süreçte bu süreçler ve veriler insan hayatına yön vermektedir. (İçöz,2016).
Soren Kiekegaard
İkilemler ve Paradokslar
Soren Kierkegaard’ın bakışaçısına göre bireye göre olan durumlara bir düalisttik çerçeveden bakmayı ilke edinmiştir. Güzel bir hayat için, insan hayatında ikilemler ve paradokslar olmalıdır ve bu görüşte bireylerin yaşadığı en büyük ikilem geçicilik ve sonsuzluk algısıdır. Kiekegaard’ı psikoloji dünyasına kazandıran en önemli algıda kaygı ve umutsuzluk üzerindeki düşüncelerdir. Kiekegaard’ın düşündüklerine göre kaygı, bireyler için olmazsa olmaz bir durumdur ancak bu durum bastırılabilir bir olgudur. Ayrıca, ikilem ve paradokslarımız, bireyin hayatında sonluluk ve sonsuzluk arasında olmayı öğrenmekten geçmektedir. Ve bu olguyu iyice öğrenebilen birey hayatın yaşattığı zorlukları karşısında iyi bir şekilde durabilir. Kiekegaard’ın bu görüşüne psikoterapi açısından bakınca sürekli herşeyi sorgulayan ve araştıran bir durumda olmamız gerektiğini vurgular. Sorgulayıcı tavrın bizim için hem avantajı hem de dezavantajı olabilir. Avantajı, danışmanın her an için uyanık olması ve verilen puzzle parçalarını tamamlayıp, yeni bir çerçeve oluşturması ve sonucunda tedavi edici bir tutum çıkarması, danışmanın sorgulayıcı ve uyanık olması durumundan kaynaklanır. Ancak, dezavantajı ise danışanın bu durumdan rahatsız olma durumunu engellemesi gerekmektedir. Çünkü her şüphelendiğimiz ve sorguladığımız tutum doğru çıkmayabilir ve karşımızdakini aşırı bir şekilde rahatsız edebilir.
Kaygılı Olmak
Kaygılı olmak, bireye gerçeği öğreteceğini savunmuştur. Birey, hayatı boyunca kaygıyla yaşamasını öğrenmelidir görüşünü savunur. Ancak, kaygı boyutu yüksek olan danışanların ilerleyen durumlarda manik epizotlar halinde görülürse veya bireyde anksiyete bozukluklarına yol açarsa bireyin hayatını zorlaştırabilir. Bu yüzden, bireydeki kaygı düzeyini görmezden gelip, hayatla yaşaması gerektiği gerçeğini ona belirtirsek, sonuçları, bireyi etkileyebilir. Kiekegaard’ın görüşüne bütün çerçeveden baktığımız zaman benim kanaatimce kullanılabilir ancak kontrol altına alınması gereken yönler vardır. İkilemler ve paradokslar konusunda varoluşçu görüş için kullanılabilir bir yöndür. Ancak, bireyin kaygı durumu konusunda pek kullanışlı bir yapıya sahip olmayabilir zira birey kendini gerçekleştirme safhasında sıkıntıya düşerse, yaşantısının farkındalığına varamaz.
Kiekegaard, kaygı ile yazdığı kitabında yaşadığımız ve ilerleyen zamanlarda yaşıyor olacağımız kaygıların bireyin varlığını oluşturacağını ve bu kaygılar olmadan bireyin varoluşunu tamamlayamayacağını bazı yanlarının eksik kalacağını söyler. Kiekegard bu kaygılar üzerine yine bahsettiği Korku ve Titreme adlı kitabında İbrahim peygamberin oğlu İsmail’i kurban etme girişimini akıldışı olmakla beraber varoluşsal bir kaygı durumu olarak açıklamıştır. (Kiekegaard,2002).
Nietzsche’nin Felsefi Görüşü
Sorumluluk Almak
Nietzsche’ ye göre birey önemli bir olgudur. Birey ve toplumun etkileşiminden toplumun daha etkileyici yönünü açıklamış, toplumun bu etkileyici tutumuna karşı kendini yetiştirmesini ve ayakta tutmasını vurgulamıştır. Bu düşünce kapsamında ortaya attığı Übermensch kavramı toplumsal baskıdan uzak, kendi yargılarıyla ve değerleriyle özgürleşmemiz gerektiğini savunur. Nietzsche, insanın gelişim sürecini kendine has açıklamaya çalışmıştır. Bireyin, kendi kendine yetebilmesine büyük bir önem vermiştir. İnsan, bu süreçleri doğru yönetebildiği zaman, hayatı bir başka anlamlanacak ve bireyi güçlü ve diri tutacaktır. Nietzsche’nin bu felsefenin varoluşçu psikoterapi üzerine güçlü yanları vardır. Sorumluluk üzerine söylediği sözler ve tutumlar çok önemlidir. Bireyler, hayatta yaptığı seçimlere göre sonuçlar alırlar ve sorumluluk alma bilinci bu süreçte seçimlerimize katkıda bulunur.
Yapılan bir araştırmaya göre hemşireler üzerinden varoluşsal kaygı üzerinden sorumluluk alma bilinci hakkında bir araştırma yapılmıştır. Hemşirelerin sorumluluk bilinci için güvenli bir yerde çalışmaları gerektiğine vurgu yapmış. Bu süreçte hemşirelerin varoluşsal sorgulamalarda bulunmaları gerektiğini ve bu durumu devam ettirmek için sorumluluk bilincine göre hareket etmeleri gerektiği tespit edilmiştir. (Engin,Kaçmaz,Uğuryol,2016).
Beden Merkezi ve Beden Hafızası
Diğer bir bakışaçısı olan bedensel deneyimlerimiz ve duygularımız konusunda da bazı süreçlerde söylediği düşünceler doğru bir bakıştır. Duygularını, düşüncelerini, kaygılarını birey bastırma yoluna gitmemelidir. Her şeyi net bir şekilde yaşamak bireyin de önünü görmesi davranış ve duygularını bu durumlara göre hareket ettirmesi bireyin faydasına olacak bir yaklaşımdır. Bu görüşler, varoluşçu düşünceden bakıldığı zaman, benimde varoluşçu düşünceyle hareket ettiğim düşünülürse benimseyeceğim ve kullanabileceğim bir görüş olduğu aşikârdır. Bireyin yaşadığı her ne kadar zorlu süreçler olsa da, buradan hayatına bir pay çıkarıp, düşmeden gücünü kullanarak bu süreçlerle baş etme yoluna gitmelidir.
Martin Heidegger’in Felsefi Görüşü
Umursamak
Edmund Husserl’in öğrencisi olan Martin Heidegger 1930 larda yakınlaştığı Nazi hareketi ve sonrasındaki tutumları üzerine eleştirilmiştir. Ontolojiyi önemli kavramda açıklayan Heidegger, bireylerin deneyimlerini önemli ölçüde açıklamaya çalışmıştır. Heidegger’in en önemli açıklaması Dasein ilkesi üzerine olmuştur. Ona göre, bütün bireyler bir Dasein’in içinde yaşar ve yaşadığı bireysel deneyimleri bir açıklama yoluna gitmiştir. Dünyada hiçbir şeyin insandan bağımsız gerçekleşemeyeceğini söyleyen Heidegger, herşeyin birbiriyle ilişki halinde olmasından dolayı her şeyin birbiriyle ilişki halinde olduğunu açıklar.
Heidegger, Aristonun zamansallık kavramına kendince bir açıklık getirmiş ve bir varoluşsal örgü neticesinde zamanın varlığından bahsetmiş ve içinde var olduğumuz dünyanın zamanla ilişkilisini açıklamıştır. (Heidegger,1995).
Fırlatılmışlık
Bireyin, kendine bağlı olmadan ve bu olayları kontrol edememesi, bir fırlatılmışlık olayıdır. Nasıl hiçbir insan, ilk adını kendisi koyamamışsa bu durum kendi tercihinin dışında gerçekleşen bir olguysa bu bir fırlatılmıştık örneğidir. Bu örnekler, bireyin var olduğu sürece devam edecektir ve birey bu durumlara her an maruz kalabilir. Bu görüş, benim açımdan çok doğru bir görüş, çünkü ne doğum olayım, ne kendi ismim, ne de hayatta girdiğim koşullar benim isteğimle gerçekleşmedi ve gerçekleşmeyecektir.
Heidegger’e göre ölümde bireyin değişmeyen gerçeklerinden biridir. Ölüm durumu da bir fırlatılmışlık halidir. Çünkü bireyin tercihi dışında gerçekleşen ve her an olabilecek bir olgudur. Bireyin yaşadığı ölüm kaygısı da Dasein’in içinde olan bir
durumdur.(Heidegger,2004).
Otantiklik
Heidegger ‘in, otantiklik üzerine düşünceleri bireyin içindeki öz-benlik duygusunu ortaya çıkarmak için, varoluşsal temaya uygun bir birey için doğru bir yaklaşımdır. Çünkü birey, topluma veya onu yönlendiren insanların kurallarına göre değil, kendi yapmak istediklerine göre yaşamayı benimsemelidir. Bu bağlamda Heidegger ’in düşüncesi de budur. Ben kendiliğimizle yaşamamız gerektiğini söyleyen Heidegger, bu durum zıttı bir şekilde ölümle birlikte yaşamayı ne kadar öğrenirsek, o derece canlı olabileceğimizi söylemiştir. Varoluşsal suçlulukta, bireyin hayatında kaçınamadığı durumlarla yüzleşmesidir. Heidegger’in otantiklik ve varoluşsal kaygı ve suçluluk üzerine söylediği görüşler varoluşçu düşünen ben için kullanılabilecek metotlardır. Çünkü bireyler görüşlerinde yaptıkları işlerde toplumdan bağımsız hareket etmelidirler. Gerçek ‘’ben’’ i o zaman bulabilir ve keşfedebilirler. Ancak, toplumumuzda ailesel ve toplumsal normları göz önüne getirdiğimizde maalesef buna uyan birey sayısı azdır. O yüzden herhangi bir seçim veya toplumsal bir hareket meydana geldiğinde birey kendi öz-düşüncesini ortaya koymadan ailesinin veya toplumun düşünceleriyle hareket eder halde olur. Oysa kendi özgür iradesini keşfeden insanlar, kendine uymayan hiçbir zorlayıcı faktörün içinde yer almazlar. Ancak, yaşadığımız kaygılar, toplum içinde yaşayan bir bireyin gerçeğidir. Bunlarla yüzleşmek, bireyin sonraki zamanlarda önüne bakması için bir fırsat olacaktır.
Otantiklik ile özgecilik arasında benzer bir ilişki vardır. Özgecilikte yine toplumun kararlarından önce bireylerin kararlarını önde tutan bir düşünce sistemidir. Kişinin kurduğu bağımsız benlik sistemi, özgecilik arasında büyük bir bağdır. Yapılan bir araştırmaya göre kapitalist toplumlarda üretim anında bireyler daha bencil davranırken, toplulukçu düşünen toplumlarda ise bireyler daha özgeci ve dayanışma ruhuyla hareket eder tutumlar göstermişlerdir. (Yöntem,İlhan,2013).
Victor Frankl’ın Felsefi Görüşü
Anlamın, İnsan Hayatı ve Sağlığı için Önemi
Victor Frankl, anlam odaklı çalışmalarını Avusturya’da iyi bir şekilde yönetmiş, orada yaşayan halkın hayat standardını yaptığı terapötik müdahaleler sonucunda yükseltmiş, intihar vakalarını hemen hemen yok etmiştir. 1942 yılında toplama kampında yaşadığı olaylar onun gözlem ve uygulama sahası ve yürüttüğü anlam odaklı çalışmasında belirleyici ve önemli bir etkiye sahip olmuştur. Victor Frankl’ın geliştirdiği logoterapi, bireylerin hayat ve sağlık koşulları üzerinde önemli bir etkiye sahiptir. Frankl’a göre birey için önemli olan ne aldığı zevkler ne de güç duygusudur. Birey için en önemli olgu tinsel güçtür. Frankl’a göre anlam bireyin kendi başına bulabileceği bir olgu değildir, birey toplumla iletişime geçtiği anda anlamlılığı bulabilir. Bu yüzden diğer bireylerle sürekli temas ve etkileşim halinde olmalıyız. Bu temaslar ve etkileşimler sırasında hayatın iyi ve kötü yanlarını görebiliriz ancak bu durumlarda birey için büyük tecrübeler ve deneyimlerdir. Kötü olaylarla karşılaşırsak bile bu olayı yaşayıp, yine bir anlam çıkarmalıyız. Hayatın bir anlamının olmadığını reddeden veya depresif takılan bireyler her an için toplumda vardır. Bu bireyler, psikoterapi açısından oluşan 3 temel ilkeden, birini kabul etmeyen bireylerdir. Bu bireyler, dünyanın anlamına dar bir çerçeveden baktıkları için sıkıntı yaşayabilirler. Benim görüşümce, Frankl’ın düşüncesi çok doğrudur. Bireyin, dünyayla etkileşim ve temas halinde olması önemli bir olgudur. Hayatın ve yaşamın bir anlamı vardır ve yaşantılarımız ve deneyimlerimiz doğrultusunda varız. Birey, tek başına hiçbir şey öğrenemez. Bu bağlamda etkileşime ihtiyaç duyar. Dünyadan alıp, dünyaya verdiğimiz deneyimler, bize hayatta yaşayacağımız zorluklarda, ikilemlerde, iyi ve kötü olan her şeyde yardımcı olur.
Özgürlük-Seçim-Sorumluluk Algısı
Frankla göre birey her zaman için özgürdür. Ancak, bu özgürlük ile herşeyi yapabilme manası çıkarılmamalıdır. Çünkü birey yaptığı şeylerden her an için sorumludur. Seçtiğimiz seçimleri yine bireyin kendisi yaşayacağı için, sorumlu olanda yine birey olduğunu unutmamalıdır. Benim görüşümce, bu görüş günümüz evrensel normlar üzerine oturtulmuş ve olması gereken bir sistemdir. Her insan ehliyeti olduğu süreçte silah kullanma yetkisine sahiptir. Ancak, dünyanın neresinde olursa olsun, silahla adam öldürmenin bir cezai durumu vardır. Birey, silahı kullanmakta (özgür) olduğu gibi eğer birine zarar verirse yani (seçimini) bu yönde yaparsa ceza (sorumluluk) alacağını da bilir.
Karl Jaspers’in Felsefi Görüşü
Sınır durumlar
Jaspers’in bahsettiği en önemli olgu sınır kavramıdır. Sınırlılıklar, bireyin hayatında karşısına çıkan net çizgilerdir. Bireyin uğraşının ve çabasının bittiği yerdir. Sınırlılık, örneklerinden birisi de ölüm kavramıdır. Ölüm, her bireyin hayatında kaçınılmaz ve kati bir gerçektir. Diğer bir sınır ise acı ve ıstırap olgusudur. Her birey, acılar ve ıstıraplar yaşamıştır ve bu durumda kaçınılmaz bir gerçektir. Diğer bir sınırlılık olgusu şans faktörüdür. Birey her ne kadar bir olgu için çabalasa da şans durumu her zaman her durum için var olacaktır. Suçlulukta, birey hayatta var olduğu sürece diğer bireyler tarafından her zaman için kişilere yöneltilmiştir. Bu sınır durumlarla yüzleşme ve bireyin sorumluluk alması bireye özgürlüğü sunacaktır. Ancak bu durumları yok sayarsak bu durumlar gerçek bağlamda bireyi sınırlayacaktır. Benim görüşümce, bu sınır kavramların bazıları açıklanabilir bazıları ise tartışmalı olgulardır. Ölüm kavramı kesinlikle bireyin hayatı için net bir çizgidir. Ölüm, bizi bulduğu an yapabileceğimiz hiç bir şey yoktur. Bu görüşü kesinlikle doğrudur. Ancak, şans faktörüne gelince bu bireyin hayatında yaşadığı her durum için söz konusu değildir. Bu şans olayını minimize edecek olanda yine bireyin kendisidir. Ancak sonuç olarak psikoterapi açısından söylenen durum doğrudur. Birey bu durumları değiştiremeyeceğini anladığında bu durumları benimseyip hayatında kabul yoluna gitmelidir ve buradan bir ders çıkarmalıdır.
Karl Jaspers bireyin akıl konusunda da bir sınır getirmiş, bireyin aklının zamanla sınırlı olduğuna varmıştır ve aklı çeldirecek tek olgunun yine yola girmeyen bir akıl olduğunu söylemiştir. (Akgün,2012).
KAYNAKÇA
Akgün, T (2012). Karl Jaspers'de İmanın Felsefi Temelleri. İstanbul Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Dergisi, 2012, 26, 5-30
Engin,E.,Kaçmaz,E,D., Uğuryol,M (2016). Türkiye’de Hemşire Olma Kaygısı: Varoluşçu
Felsefe Bakış Açısıyla Bir Gözden Geçirme Concern Of Being A Nurse In
Turkey: A Review Through Existentialist Philosophy. The Journal of
International Social Research, 2016, 43, 9.
Heidegger, M. (2004). Varlık ve Zaman. Aziz Yardımlı (Çev.), İstanbul: İdea Yayınları.
Heidegger, M. (1995). Being and Time, çev. John Macquarrie ve Edward Robinson,
Oxford: Blackwell Publishers.
İçöz, F,J., (2016). Varoluşçu Psikoterapiler ve Varoluşçu Analiz (Yayımlanmamış Kitap).
İstanbul.
Kierkegaard, S. (2002). Korku ve Titreme. (Çev; İbrahim Kapaklıkaya). Anka Yayınları.
İstanbul.
Yöntem, M,K., İlhan, T (2013). Benlik Kurguları Ve Otantikliğin Özgecilik Üzerindeki
Yordayıcı Gücünün İncelenmesi. International Periodical For The Languages,
Literature and History of Turkish or Turkic Volume 8/8 Summer 2013, p. 2291-2302,
Ankara.