Hiç kendinizi bir anda hayatın anlamsızlığını düşünürken yakaladınız mı? Zihninizde oluşan yerini nasıl dolduracağınızı bilmediğiniz bir boşluk ve hayat etrafınızda akarken sizi bunun ne kadar saçma (absürt) olduğunu düşünmeye iten düşünceler... Bir kenara oturup önünüzden geçen insanları saymaya başlasanız, tüm gün saysanız bitmeyecek bir kalabalık var. Peki bu insanların hepsinin
hayatta belirlenmiş bir amacı var mı? Peki benim hayatımda önceden belirlenmiş bir amacım var mı? Bu sorularla birlikte içinizde adını koyamadığınız endişelerin yükseldiğini hissedebilirsiniz. Belki de bu zamana kadar belli bir amacın peşinden koşmadınız. Ya da hiçbir amacı kendinize yakıştırmadınız. Aniden hayatınızın ne kadar hızlı geçmiş olduğunu fark edebilirsiniz. “Ölümlüyüm
ve ölüm bana her gün daha fazla yaklaşıyor. Ben ise oturmuş endişe etmekten başka bir şey yapmıyorum.” Çanlar kulaklarınızda çalmaya başlıyor. Kimin için çalıyorlar? Fazla düşünmenize gerek yok, çanlar sizin için çalıyor. Eğer kendinizi varoluşçu bir terapistin odasında bulduysanız çanların sizin için çaldığını istemeden de olsa fark etmiş olmalısınız. İnsanlar çeşitli psikolojik sıkıntılarla ya da kendilerini geliştirmek için terapistlere başvuruyorlar. Terapistler eskiden olduğu gibi kısıtlı terapi tekniklerine sahip değil. Kendinizi bilişsel davranışçı, duygu odaklı, psikanaliz odaklı, varoluş odaklı vb. çalışan bir terapistin karşısında bulmanız olasılıklar dahilinde. Peki bu kadar terapi kuramı arasında Varoluşçu Psikoterapi’nin farklı yaptığı nedir? Öncelikle varoluşçu psikoterapist sizin, kulaklarınızda çalan çanların seslerine bir anlam vermenize yardımcı olmaya çalışır. Burada çan sesleri bir metafor ve hayatımızın her anında kendisini hissettirmek isteyen bir anksiyeteyi tanımlamaya çalışıyor: ölüm anksiyetesi. Terapistiniz bu konuda size yardımcı olmaya çalışacaktır çünkü o da sizin gibi çanların kurbanı. İnsan dünyadaki canlılar arasında ölümlü olduğunun farkındalığına sahip olan tek canlı. Geliştirdiğimiz üst bilinç ile hayatımızın bir anında bizim de tıpkı bizden öncekiler gibi ölüme, yokoluşa kavuşacağımızı biliyoruz. Bunu biliyorsak neden uyum sağlayıp anksiyetenin üstesinden gelmiyoruz? Belliki bu durum bizi alttan alta rahatsız ediyor ve aşılması gerekiyor. Varoluşçu psikoterapistler bu noktada devreye giriyorlar. Ölüm, anlamsızlık, yalıtım ve özgürlük... Hayatın içine atıldınız ve önceden belirlenmiş bir amacınız yok. Ölümlü olduğunuz fikri kulaklarınızda çınlıyor. Her şeyi yapmakta ya da herhangi bir yolu seçmekte özgürsünüz. Nasıl hissedersiniz? Amaçsız ve anlamsız bir hayat yaşamak nasıl bir duygu? Belki de bu zamana kadar bir gün gerçekleştireceğiniz o nihai amacı düşünüp durdunuz. Potansiyel içinizde ve siz ortaya çıkmasını bekliyorsunuz. Her gününüzü sanki ölüm yokmuş gibi yaşıyorsunuz ve yin bekliyorsunuz. Belirlenmiş bir amacın, kendini gerçekleştirmeye duyulan özlemin peşinde harcanan yaşanmamış bir hayat... Karşınızda terapist kimliğiyle oturan kişi tıpkı sizin gibi ölüm, anlamsızlık, yalıtım ve özgürlük çukurlarına defalarca düşmüş, bir şekilde çıkmayı başarmış fakat tekrar atlamaya hazır bir kişi. Bu noktada “atlamaya hazır olmak” en önemli noktalardan biri. Korkabilirsin, ancak atlamaya hazırsan korkunla yüzleşmeye de hazırsın demektir. Jean-Paul Sartre, “Varoluş özden önce gelir.” diyor. Ona göre, hazır ol ya da olma doğduğun andan itiran bu varoluşsal anksiyete çukurlarına atılırsın. Senin için belirlenmiş bir öz, potansiyel ya da kader yoktur. Varoluşunu yaratmakta özgürsün. Bu özgürlüğün getirdiği sorumluluklar senin omuzlarında. Her ne kadar iç karartıcı
gözükselerde Sartre’ın düşünceleri insanın kendini gerçekleştirebilmesi, ardında yaşanmamış bir hayat bırakmaması ve varoluşçu felsefenin sıkça bahsettiği otantik bir kişilik olabilmesi için önemli. Otantik birey hayatın anlamsızlığı için varoluşunu bulabilen kişidir. Bu kişi hayatın seçimlerle dolu olduğunu ve kendisine kimsenin hangi seçimin doğru olduğunu söyleyemeceğini bilir. Birden bire karanlık düşünceler aydınlanmaya başladı değil mi? Hiç kimse sana doğrunun ne olduğunu söyleyemez, senin için doğru özgürce ve sorumluluğunu alarak yaptığın seçimdir. Bu düşünceyi insanlığa genellediğimizde herkesi olduğu gibi kabul etmemizi öneren bir düşünce sistemi çıkıyor karşımıza. Tekrar, anlamsızlığın içerisinde hiçbir seçim doğru seçim değildir (Otantik kişi, aynı zamanda kendi ahlak sistemini de oluşturabilen biri olduğu için aklına gelen her şeyi istediği gibi yapan kişi olarak anlaşılmamalıdır.).
Yeniden terapistinizin odasındasınız. Artık karşınızdaki kişinin sizden farklı biri olmadığını anladınız. Yaşadığınız kaygılara o da sahip ancak sizden farklı tepkiler veriyor. Size yardım etmek istiyor. Bu yardım kaygıları hayatınızdan çıkarmak ya da sizi alttan alta rahatsız eden sorulara cevap vermek üzerine değil. Hatırlayın, anlamsız bir dünyada başkaları size doğru olanı gösteremez. Terapistinizin yapmak istediği bu zamana kadar peşinden gittiğiniz süreci tersine çevirmenize yardım etmek; bütünleşme ve olgunlaşma yolunda varoluşunuzu size hatırlatan durumları düşman olarak değil müttefik olarak görebilmenizi sağlayabilmektir “İnsan, büyük bir boşluktan, ciddi bir hastalıktan, yeni doğmuş gibi, derisini dökmüş bir şekilde, daha duyarlı ve kötücül, neşe için daha duyarlı bir damak zevki ile, bütün iyi şeyler için daha duyarlı bir dille, daha büyük bir keyifle, tehlikeli bir masumiyetle, daha çocuksu bir şekilde, ama daha önce hiç olmadığı kadar kurnaz bir şekilde çıkar.”