Oyunun kökenleri insanlık tarihi kadar eskidir. British Müzesi’nde sergilenen ilk oyuncakların taş ve aşık olup ilk çağlardan günümüze kaldıklarını biliyoruz. Yunan, Roma, Mısır medeniyetlerinden 21.yüzyıla uzanan oyunun serüveni dönemin koşullarını yansıtmakla kalmaz, dönemi de yaratır dersek ileri gitmiş olmayız…
Çocuğun işi olarak tanımlanan oyun üzerine düşünürlerin akıl yürüttüğü görülür. Eflatun, Çocuk Oyunla Büyümelidir derken yüzyıllar sonra Gross’un Oyun Hayata Hazırlıktır, diyeceğini hayal etmiş olabilir mi?
Avrupa tarihinde kara bir leke olarak bilinen Ortaçağ’da oyun, boş bir aktivite- yararsız bir eğlence olarak görüldü. Peki sonrasında ne değişti? 19.yy’la birlikte oyunu bir eğitim aracı ve Gross gibi hayata hazırlık için gerekli bir uğraş olarak gören bilim adamlarının sayısı arttı.
Psikolojinin babası, psikanalizin kurucusu Freud’un kızı Anna Freud ise oyunu eğitimin ötesine taşıyıp çocuk hastalarını daha iyi anlamak için kullandı. Oyunla daha yakın ilişki kurulup etkileri gözlendikçe fiziksel, sosyal ve psikolojik gelişimdeki yeri yadsınamaz hale geldi.
Sadece eğlenmek için oynadığını sandığımız çocuklar, oyunla gelişip hayatı test edip toplumsal rolleri öğrendiler. Evcilikle öz bakımı, doktorculukla-öğretmencilikle meslekleri öğrendiler. Tahta blokları kaldırıp indirirken motor becerilerini, iki hayvanı konuştururken empati yeteneklerini geliştirdiler. Görülür ki oyun, çocuğun bir ihtiyacı olup çıkmıştır.
Peki ya yetişkinlerde… Eh tamam ikna olduk çocuktur bu oyun oynasın da yetişkinlerin neyine dediğinizi duyar gibiyim. Ünlü çocuk doktoru ve psikanalist Winnicott, psikoterapiyi tanımlarken terapist ve hastanın oyun alanıdır demiş. Bununla da kalmamış, hasta oyun oynayabilecek duruma gelince terapi de biter diye eklemiş.
Kendini tanıma ve anlama yolunda özgürce yaratıcı olunabilen ortamlardır, oyun ortamları. Belki de bu yaratıcılıktı medeniyetlerin de mimarı. Kaç yaşına gelmiş olursa olsun mizah duygusu bulunan, sözcüklerle dahi olsa oyun oynayabilen insan sağlıklı kabul edilmekte. Çocuklukta oyun kapasitesi gelişmiş kişi yetişkinlikte yaratıcı, kendi fantezi ve fikirleriyle oynayabilen, özgürce kendisi olabilen birey olarak topluma katılıyor.
Belki de bir yönüyle Oğuz Atay’ın Hikmet Benol karakteri misali, zihin oyunları oynamak nevrotik bir toplumda kişiyi hayatta tutuyor.
Eh şimdi siz söyleyin, küçük büyük demeden insanı rahatlatan, eğlendirirken öğreten, kendini keşfettirip duygularını ifade ettiren bu aktiviteye oyun deyip geçilir mi?
Oyunun kökenleri insanlık tarihi kadar eskidir. British Müzesi’nde sergilenen ilk oyuncakların taş ve aşık olup ilk çağlardan günümüze kaldıklarını biliyoruz. Yunan, Roma, Mısır medeniyetlerinden 21.yüzyıla uzanan oyunun serüveni dönemin koşullarını yansıtmakla kalmaz, dönemi de yaratır dersek ileri gitmiş olmayız…
Çocuğun işi olarak tanımlanan oyun üzerine düşünürlerin akıl yürüttüğü görülür. Eflatun, Çocuk Oyunla Büyümelidir derken yüzyıllar sonra Gross’un Oyun Hayata Hazırlıktır, diyeceğini hayal etmiş olabilir mi?
Avrupa tarihinde kara bir leke olarak bilinen Ortaçağ’da oyun, boş bir aktivite- yararsız bir eğlence olarak görüldü. Peki sonrasında ne değişti? 19.yy’la birlikte oyunu bir eğitim aracı ve Gross gibi hayata hazırlık için gerekli bir uğraş olarak gören bilim adamlarının sayısı arttı.
Psikolojinin babası, psikanalizin kurucusu Freud’un kızı Anna Freud ise oyunu eğitimin ötesine taşıyıp çocuk hastalarını daha iyi anlamak için kullandı. Oyunla daha yakın ilişki kurulup etkileri gözlendikçe fiziksel, sosyal ve psikolojik gelişimdeki yeri yadsınamaz hale geldi.
Sadece eğlenmek için oynadığını sandığımız çocuklar, oyunla gelişip hayatı test edip toplumsal rolleri öğrendiler. Evcilikle öz bakımı, doktorculukla-öğretmencilikle meslekleri öğrendiler. Tahta blokları kaldırıp indirirken motor becerilerini, iki hayvanı konuştururken empati yeteneklerini geliştirdiler. Görülür ki oyun, çocuğun bir ihtiyacı olup çıkmıştır.
Peki ya yetişkinlerde… Eh tamam ikna olduk çocuktur bu oyun oynasın da yetişkinlerin neyine dediğinizi duyar gibiyim. Ünlü çocuk doktoru ve psikanalist Winnicott, psikoterapiyi tanımlarken terapist ve hastanın oyun alanıdır demiş. Bununla da kalmamış, hasta oyun oynayabilecek duruma gelince terapi de biter diye eklemiş.
Kendini tanıma ve anlama yolunda özgürce yaratıcı olunabilen ortamlardır, oyun ortamları. Belki de bu yaratıcılıktı medeniyetlerin de mimarı. Kaç yaşına gelmiş olursa olsun mizah duygusu bulunan, sözcüklerle dahi olsa oyun oynayabilen insan sağlıklı kabul edilmekte. Çocuklukta oyun kapasitesi gelişmiş kişi yetişkinlikte yaratıcı, kendi fantezi ve fikirleriyle oynayabilen, özgürce kendisi olabilen birey olarak topluma katılıyor.
Belki de bir yönüyle Oğuz Atay’ın Hikmet Benol karakteri misali, zihin oyunları oynamak nevrotik bir toplumda kişiyi hayatta tutuyor.
Eh şimdi siz söyleyin, küçük büyük demeden insanı rahatlatan, eğlendirirken öğreten, kendini keşfettirip duygularını ifade ettiren bu aktiviteye oyun deyip geçilir mi?