İlişki deyince günümüz insanının aklına romantik ilişki, aşk ilişkileri geliyor. Bu durum bile ilişki kavramına ve ilişki kurmaya ne kadar yabancılaştığımızın bir habercisidir belki de. Bu yazımızda, ilişkisel bir varlık olan insana ve onun bireysel tarihi süresince kurduğu ilişki dinamiklerine göz atacağız.
İnsan canlısının ilişki macerası doğmadan anne karnında başlamaktadır. Annenin aldığı her türlü besinden, dinlediği müzikten, maruz kaldığı her türlü olaydan ve stresörden birey daha dünyaya gelmeden nasibini almaktadır. Bu süreçte anne (bakım veren kimse) bebeği besler, her türlü bakımını üstlenir ve dışarıdan gelebilecek tehlikelerden korur. Koruyucu-kollayıcı düzeyinde kurulan bu ilişkide bebek-anne arasında zaman içinde adeta bir bütünlük oluşur. Bu söz konusu bütünlükten bahsederken sadece mecazi bir anlamdan bahsetmiyoruz. Çünkü günümüzde birçok nörobilimsel araştırmadan, bebeklerin belli bir zamana kadar kendilerinin bir benlik sahibi olmadıklarını ve anneleriyle bütün bir beden hissiyatı içinde yaşadıklarını öğreniyoruz.
Anne-bebek ilişkisi bireyin yaşamında deneyimlediği ilk ilişkidir ve denebilir ki bu ilişki, bireyin ileriki yaşlarındaki bütün ilişki dinamiklerinin temelini oluşturacaktır. O halde meseleye, bireyin şahsi tarihinin ve birçok ilişki dinamiğinin ele alındığı terapi odasından bakmak oldukça yerinde olacaktır.
Terapi ve İlişki
Irvin Yalom’a bir gün sormuşlar:
Ne yapıyorsunuz da iyi geliyorsunuz?
Yalom cevap vermiş;
Benim bir tane mesleki tespihatım var, onu çekiyorum…
O da şudur: ilişkidir iyileştiren, ilişkidir iyileştiren, ilişkidir iyileştiren…
Modern psikoterapinin ve psikanalizin kurucusu Sigmund Freud, çalışmalarının başlarında, hastalarının bastırdıkları çeşitli duygu ve düşünceleri dile getirmelerini sağlamaya odaklanmıştı ve gözle görünür derecede bir iyileşme meydana geldiğini keşfetmişti. Fakat çalışmalarının ilerleyen dönemlerinde, tedavide asıl iyileştirici gücün, terapist ve hasta arasında kurulan profesyonel ilişkiyle sağlandığı kanısına varmıştı. Bu duruma da kuramında, transferans (aktarım) adını vermişti.
Bir terapist hangi ekolü benimsemiş olursa olsun, güçlü bir terapötik ilişkinin asıl şifa kaynağı olduğu gerçeğiyle karşılaşacaktır. Çünkü danışan, geçmişte yaşanmış fakat zihninde tam olarak kapanmamış meseleleri terapi odasında, terapist üzerinden tekrar yaşamaktadır. Danışan, terapötik ilişki boyunca terapistini bireysel tarihinden getirdiği bazı belli rollere bürüme eğilimindedir. Bunlar; danışanın annesi, babası, öğretmeni, tacizcisi, sevgilisi vs. olabilir. İşte bunlar, yazımızın da başında söz ettiğim anneyle başlayan ilişkiler silsilesinin devamı niteliğinde olan ilişkilerdir ve bu nedenlerden dolayı bireyin yaşamı için büyük önem teşkil etmektedir.
Bireysel yaşantılarımızdaki ilişkilerin önemini kavradığımıza göre yakın zamanda hepimizi derinden etkileyen, yaşamımızda kalıcı izler bırakan ve ilişkilerin önemi noktasında en iyi ders aldığımız Covid-19 salgını ve pandemi konusuna da bir göz atalım.
Pandemide İlişkiler
2020’de hayatımıza giren Covid-19 virüsü ve devamında gelen karantina günleri sebebiyle bütün dünya bir dönem evlerimize kapanmak zorunda kalmıştık. Bu dönemde neredeyse herkes evden çıkamama, sosyalleşememe, sevdikleriyle görüşememe ve yalnız kalmaktan mustaripti. Bu durum yazımızın da vurgu yaptığı, insanın ilişkisel bir varlık olduğu gerçeği ile doğrudan alakalıdır.
Karantina günlerinde çoğu insan kendine belli hedefler belirlemişti: Şu kitabı okuyacağım, şu dili öğreneceğim, şu filmleri izleyeceğim gibi. Ancak daha sonra, birçok kişi o kadar boş vakte rağmen nasıl hedeflerini gerçekleştiremediğini anlamakta zorlanmıştı. Bunu şu örnekle açıklayabiliriz: Benzini doldurulmamış bir araba trafik ne kadar boş olursa olsun yol kat edemez. Yani ilişkilerimiz olmadan gerçekten çok zor bir konuma düşmekteyiz.
Karantinaya benzer bir örnek olarak hapishanelerdeki hücre cezalarını da verebiliriz. Günümüzde birçok ruh sağlığı uzmanı bu uygulamayı desteklememektedir. Çünkü bu uzmanlar, kişinin bütün dünyayla ilişkisinin kesilmesinin bireyin şizofreni riskini artırdığını söylemektedir. Yani kişi ceza almamaktadır, ruh sağlığı bozulmaya terk edilmektedir.
Lacan’ın ‘‘ ancak bir öteki ile var olabilen’’ olarak tanımladığı insan canlısı, yaşamını kurduğu ilişkiler üzerine inşa etmektedir, buna mecburdur. Bu, bir bakımdan insanın zaafı veya eksikliği olarak değerlendirilebilir ancak bu durumu kabullenip aile, arkadaş, işçi-patron, yaşam hatta ölümle ilişkilerimiz üzerine tekamül edebilirsek bunun bir eksiklik değil, adeta bir nimet olduğunu görebiliriz.