AİLE DİZİMİ: BAĞLANMA-TRAVMA-TRAVMANIN NESİLDEN NESİLE AKTARIMI
Bağlanma
Bebekler doğumdan itibaren annelerine onların sevgi ve bakımına bağımlıdır. Aynı zamanda içine doğdukları insan topluluklarına da bağımlıdır. Yeni doğan çocuk tüm gücünü ve duyularını kullanarak annesine yönelir, fiziksel duygusal ve ruhsal gelişiminin kaynağı annesidir, anne-çocuk ilişkisine olumlu bir şekilde ve kolayca uyum sağlama yeteneği doğamızın doğal bir parçasıdır. Anne aracılığıyla çocuk kendini deneyimlemeye başlar. Her insan için anneye bağlanma, ruhsal örüntünün temelidir. Anneyle temelleri atılan kişilerarası bağlanma çok büyük oranda duygusaldır.
Anneler için şartlar ne kadar iyiyse, çocuklar için de o kadar iyi olacaktır, anne çocukken ne kadar çok sevgi almışsa, içinde yaşadığı toplulukça -oradaki tüm kadınlar ve erkeklerce- ne kadar çok desteklenmişse o kadar iyi durumda olacaktır. Eğer anne çocuklukta sevgisiz büyümüş hale o ihtiyaçlarını karşılayacağı insanlar arasında değilse bunun yarattığı ruhsal ve duygusal dünyasını çocuğa aktaracaktır. Bu yüzden de neredeyse her ruhsal problem erken gelişimsel dönemdeki anne-çocuk ilişkisiyle başlar ve devam eder.
Travma
Travma sözcüğü yaralanma anlamına gelir. Bu anlamıyla, tıp alanında kemik ya da doku hasarlarını içeren fiziksel yaralanmaları tarif etmek için kullanılır. Ruhsal ve duygusal alanda ise; algılama, hissetme, düşünme, hafıza ya da hayal kurma gibi süreçler belli dönemlerde ya da uzun vadede belirgin derecede kısıtlanmışsa ve normal olarak işlev görmüyorsa, ruhsal bir yaralanmadan, travmadan söz edilebilir.
Ruhsal travma, özel bir duruma bağlı tehdit edici faktörler ile kişinin baş etme yeteneği arasındaki tutarsızlığın yarattığı; çaresizlik ve başkalarının, olayların merhametine kalmış olma duygularının eşlik ettiği, buna bağlı olarak kendine ve dünyaya dair algılamada kalıcı şok yaratan kritik deneyimdir.
Travmatik durumdan uzaklaşamıyorsa kişi travmadan kurtulmanın tek yolu vardır, bu da yaşadıklarını bilinçten ayırarak dondurmaktır. Travmanın duygusu kişinin, bedensel, zihinsel ve ruhsal olarak taşıma kapasitesinin çok üstünde olduğundan kişi yaşadıklarını dondurarak ve bilinçten ayırarak hayatta kalma stratejisi geliştirir.
Süreğen bir travma söz konusuysa, mesela istismar veya işkence durumlarında, kişisel kimliğin parçalanması gitgide daha otomatik hale gelir. Kişiliğin yalnızca belli bir bölümü bütün kalır ve travmaya dayanır, kişiliğin diğer parçalarıysa geri çekilir. Bu parçalanma sürecinde; algı bloke olur, kişi kendini bir sis bulutundaymış gibi deneyimler, duygular dondurulur, kişi uyuşur, soğuk ve duygusuz hale gelir, bedensiz bilinç durumu oluşur,kişi sanki bedeninden ayrılmış da olayı dışarıdan izliyormuş gibi yaşar bazen de alt kişiliklere ayrılma görülür.
Travmanın Nesilden Nesile Aktarımı
Travmatik etkiler sadece asıl kurbanla sınırlı kalmaz, çünkü yaşadığımız bir travma içsel olarak gerçekleşir ve ilişki sistemlerimizi hem sosyal hem de kişisel alanda etkiler. Ne var ki durum bununla da kalmaz, ilk travmayı yaşayan kişi ölmüş bile olsa, travma, ilişki sistemlerini etkiler. Ruhsal ve duygusal bağlanma aracılığıyla travmatik deneyimler bir nesilden ötekine aktarılır ve bu şekilde çocuklar ebeveynlerinin travmalarının içine çekilir ve onlardan etkilenir. Travmatik bir olayın kişide yarattığı değişikler, kişinin anne ya babalık ilişkileri üzerinden çocuklara uzanır, bu ruhsal ve duygusal bağlanma süreciyle olur, bir ailenin yaraları nesilden nesile geçer ve sonraki kuşaklar tarafından miras alınır.
Travmaya maruz kalmış ebeveynler; kaygılarını, negatif duygularını çocuklarına aktarırlar, çocuklarının kendilerini rahatlatmasına, kötü duygularından kurtarmalarına ihtiyaç duyarlar. Çocuklarına yönelik sevgi duyguları felce uğramıştır ve çocuklarının ihtiyaçlarına yönelik iç görüleri de yetersizdir.
Travmatize ebeveynler, bilinçdışı bir şekilde kendi yaşadıklarını çocuklarına aktarır, çocuklar da bilinçdışı bir şekilde ebeveynlerinin yazgısıyla kendilerini özdeşleştirirler. O zaman da çocuk iki çatışan gerçeklik yaşar; kendi gündelik yaşam deneyimi ve anne babasının geçmişte yaşadıkları, sonuç olarak da çocuk kısmi bir kimlik, bilinç bulanıklığı ya da parçalanmış bir kimlik duygusu yaşar.
Travmatik deneyimler, insanları gerektiği gibi duygusal bağlar oluşturmakta aciz hale getirebilir; insanlar öyle ya da böyle ilişki kurabilirler ama gerçek bir bağ oluşturamazlar. Böyle bir kişi ebeveyn olduğunda, kendi benliğinden bölünüp ayrılmış travmatik duygularıyla herhangi bir yüzleşme yaşamaktan kendini koruma ihtiyacı, onu kendi çocuklarına karşı sevgi duymaktan aciz kılar. Kendi travmasının neden olduğu hissizleşmenin bir sonucu olarak çocuğuna karşı herhangi bir olumlu duygu da hissedemez.
Anneyle çocuk arasında herhangi bir duygusal alışveriş gerçekleştiğinde annenin bütün bastırma ve inkar etme çabalarına rağmen kontrol edemediği ve kendine saklayamadığı, travma duyguları da bu iletişime dahil olur. Bağ kurmaya hazır durumda olan çocuk bu noktada annesinin derin korku, öfke, utanç, üzüntü, suçluluk gibi kötü duygularının baskısına uğrar. Yine de çocuk annenin bu kötü duygularına rağmen, bütün çocuklar gibi annesini sever ve bütün duygularıyla ona tutunur. Böylelikle çocuk, sevgi ve şefkat yerine, annesinin travmasının yarattığı duygusal kaosu kendi içine almış olur.
Aile Dizimi
Aile Dizimi, karmaşık ilişki sistemlerinde ruhsal çatışmaların nasıl ortaya çıktığını ve geliştiğini anlamaya yarayan bir yöntemdir.
Aile dizimi tekniğinin yaratıcısı teolog ve misyoner olan ve sonradan psikoterapi alanına yönelen Bert Hellinger’dir.Hellinger; 70 ve 80’lerde batı terapi dünyasının mevcut kaynaklarıyla eğitim görmüş ve çalışmıştır. Moreno’nun aile dinamiklerini sahnelediği Psikodrama tekniğinden esinlenerek kendi Aile Dizim Tekniğini geliştirmiştir. Hellinger ailelerdeki bilinçdışı dinamiklerin, travmaların dizimler aracılığıyla keşfedilebileceğini, bilinçli hale gelebileceğini ileri sürer.
Çocuklar ailelerinin travmatik yüklerini taşımaya çalışırlar, dışlanmış ve unutulmuş olanlar (tecavüze uğramış, ölmüş olanlar, suça bulaşmış, cinayete kurban gitmiş) sonradan doğanlar tarafından bilinçdışı bir şekilde temsil edilirler. Anne-babalar travmalarını bilinçdışı olarak çocuklarına aktarırlar ve çocuklar yeniden dengeleme girişimiyle travmatik olayların ya tekrarına ya da travmanın duygusunu yaşamaya bilinçdışı olarak zorlanırlar. Aile Dizimi ile çalışmak, kişilerin bu ‘kör’ dengeleme girişimlerinin farkına varmalarına ve böylece onları değiştirmelerine, aile travmalarından ayrışarak özgürleşmelerine yardımcı olur.
Aile Dizimi Yöntemi; bir terapist eşliğinde birbirini tanımayan bir grup içinde uygulanır. Tanışma ve terapistin açıklamalarıyla çalışmaya başlanır, kişilerin hareket yoluyla duygularını ifade etmesi şeklinde gerçekleşir. Katılımcılardan birinin dizimiyle çalışmaya başlanır. Danışan bakmak istediği konuyu, sorunu söyler ve gruptan temsilciler seçer ve uygulama yapılır, dizimi yapılan kişi bu sahnelemeyi dışarıdan izler. Kendi hayatı ve aile tarihiyle örtüşen yerleri temsilciler aracılığıyla bütün olarak görür. Kişi iç dinamikleri ve içsel travmasının fotoğrafıyla objektif olarak karşılaşır, terapist eşliğinde travmasıyla yüzleşir, değişim ve dönüşüm için nereden başlayacağı konusunda farkındalık kazanmasıyla çalışma sonlandırılır.
Temsilcileri danışan seçer, çoğu zaman danışan, temsilcileri ya görünüşlerine ,kendilerini takdim edişlerine ya da bilinçdışı bir şekilde aldıkları minik sinyallere bağlı olarak temsil edecekleri kişilere benzerliklerine göre seçerler. Tanışma kişilerin birbirleri hakkında fikir edinmesi açısından önemlidir. Kişiler bilinçdışı bir sezgiyle grupta kendilerine benzer travmatik deneyimleri olanları duyumsayabilir ve bu insanları kendi dizimlerinde temsilci olarak seçerler.
Aile dizimi çalışmalarında temsilciler uygulama sırasında rollerine analitik olarak düşünerek girmezler, temsil ettikleri kişinin ruhsal ve fizyolojik koşullarını anında ve doğrudan algılayıp deneyimlemeye başlarlar ve ona göre hareket ederler.
Temsilci olgusu, İtalyan fizyolog Giacomo Rizzolatti’inin beyin araştırmalarındaki keşfi olan “ayna nöronlar” tarafından doğrulanmaktadır. Bu nöronların, bir eylemi gerçekleştiren kişiyi izleyen kişide de ateşlendiği gözlenmiştir. Bu nöronlar keşfedilir keşfedilmez, beyin araştırmacıları, bu aynalama ilkesini, diğer önemli ruhsal işlevlerle bağlantılı beyin bölümlerinde de keşfettiler. Ayna nöron hücreleri ile kişinin duygulanım ve hislerinin tıpkı bir uyarıcı gibi, karşısındaki kişinin duygularını harekete geçireceği ve o kişinin yaşadığı duyguları karşısındaki kişinin de yaşamış gibi tepki verebildiğini kanıtlanmıştır.
Teknolojinin ve iletişimin gelişimi ile psikolojik çalışmalarda da kişinin benliği, kişiliği çevresel etkileşimlerle oluşmasının önemi daha da artmış, vurgulanır olmuştu. sadece kişiyle değil kişinin bulunduğu aile, toplum hatta önceki nesillerin de dahil edildiği yöntemlerin daha etkili olduğu gözlenmiştir, beyin araştırmaları da bunu teyit eder gelişmeler sunmaktadır. Bu çalışmaların ve araştırmanın artması ile psikolojik hizmetlerin daha etkili ve daha hızlı sonuç alınacak şekilde gelişeceğini söyleyebiliriz.