İşte Bu Doktor İndir

 

“İnsan iki kere doğar. Biri anadan, diğeri ise “kendinden” doğmaktır. Asıl olan ikinci “doğumu” gerçekleştirebilmektir” demiştik. Dün kaldığımız yerden devam edelim… Kendinden doğmak için bebeklikten itibaren pedagojik yaklaşımlarla “beslenmiş”, merak dürtüsü köreltilmemiş, sorgulamaktan korkmayan bir çocuk olmaya ihtiyaç var.

Ne var ki, bazı insanlar kendinden doğmayı başaramaz. Çünkü her biyolojik doğumun sağlıklı gerçekleşebilmesi için nasıl ki fetüsün sağlıklı gelişmesine imkân veren beslenme ve tehditlerden uzak koşullara ihtiyaç varsa, kendinden doğmak için de bebeklikten itibaren pedagojik yaklaşımlarla “beslenmiş”, merak dürtüsü köreltilmemiş, davranışlarının sorumluluğunu alabilme yetisi gelişmiş, sorgulamaktan korkmayan bir çocuk olmaya ihtiyaç var. Aksi takdirde birey, hayatını ve ergenlik çağına kadar kendisine öğretilenleri, rızası dışında giydirilmiş elbisenin ona uygun olup olmadığını sorgulayamaz. Sorgulayamazsa ya “sakat” ya da “ölü” doğar. İşte o zaman yukarıda sorduğumuz soru bir kez daha yerini buluyor: Gerçekten yaşıyor musun?

Kendini bulma (kimliğini inşa etme) ve var oluşunun anlamını oluşturma kavramlarını “elbise” metaforuyla anlatmaya devam edersek; bazı insanlar çevreleri tarafından kendilerine giydirilen elbiseyi dar bulurlar. Onu sağından solundan yırtarak o sıkışıklıktan çıkmaya çalışırlar. Fakat elbiseyi tamamen atıp kendilerine yenisini yapacak imkana sahip ol(a)madıkları için, bu elbise, onları özgür hareket etmekten alıkoyar. Bu da kişiyi sarsak veya rüküş görünüme sokabilir. Bunun en tipik örneği ise bir yanı modern şehir yaşamına, bir yanı köy kültürüne dayalı olan, fakat ikisine de benzemeyen bir “geçiş kültürü” olan varoş yaşam biçimidir.

ANNE VE BABALAR ÇOCUĞA NE YAPIYOR?

Ülkemizde çocuk yetiştirmede sergilenen yaygın ana-baba tutumlarına baktığımızda insanın kendini bulabilmesine zemin oluşturan bir yaklaşım görüyor muyuz? Cevabınızı duyar gibiyim: Hayır, maalesef yok.

Çocuk yetiştirmede sergilenen ebeveyn tutumlarıyla ilgili yapılmış araştırmalar da ülkemizde yaygın ana-baba tutumlarının daha çok otoriter – geleneksel yönde olduğunu ortaya koyuyor. Çocuktan ceza ve güç tehdidi altında mutlak itaat bekleyen, çocukla eşit düzlemde iletişime yer vermeyen, ebeveyn isteklerinin tartışmasız şekilde yerine getirilmesini saygı ölçüsü gören, itiraza, kendi isteklerini ifade etmeye ve deneyimlemeye tahammülü olmayan bir tutumdan söz ediyoruz. Elbette bu yaklaşımda soru sorma değil, korku, kaygı ve sessizlik hakimdir.

Başka bir yanlış ise “aşırı koruyucu” ebeveynlik tutumudur. “İyi çocuk” yetiştireceğim derken aslında kendi kaygılarını çocuğa yükleyen bu tarz ana-babalık yaklaşımı daha çok ruhsal açıdan problemli veya eğitim seviyesi nispeten daha yüksek kesimde yaygındır.

İlgisiz tutum ise “Saldım çayıra Mevlam kayıra” deyişine uygun yetiştirme tarzıdır. Bu da savruk, toplumla uyumsuz, kendini tanıma olasılığı düşük, ruhsal açıdan sorunlu birey yetiştirmek için ideal formül sayılabilecek bir yaklaşımdır.

İNSANLIK KİMLİĞİNDE BULUŞMAK….

İnsan hayatının anlamını arama sürecinde kendi kimliğini inşa ederken içinde bulunduğu toplumun milli, dini, siyasi, ekonomik, mesleki, etnik vs. değer yargılarına uygun yaşamaya yönlendirilir. Bu yaşam biçimi bir “giydirilmiş kimlik”, ötekiler tarafından biçilmiş bir elbise yaratır. Halbuki dini, milli, mesleki vs. kimliklerimizin altında tek bir ortak kimlik yatar: İnsan kimliği! Hepimiz bizi biz olmaktan uzaklaştıran bu “giydirilmiş kimliklerden” sıyrılıp insanlık ailesinin ortak paydalarında bulaşabiliriz. Ama bu seviyeye gelmenin koşulu, içimize “yuva kurmuş ötekilerle” hesaplaşarak onların bizi kendimizden alıkoyan etkilerinden özgürleşmektir.

Bizler, en geniş anlamda insanlık mirasının eseri ve taşıyıcısıyız. Bu mirasla varlığınız arasındaki bağların ne olduğunu ve sizi nasıl etkilediklerini kavrayamazsanız kendinizden doğmanıza hizmet etmelerini de sağlayamazsınız. Ya bu mirasını tutsağı kalırsınız ya da tüm imkanlarını kullanarak anlam dolu bir var oluşun mimarı olursunuz. Seçim sizin!