ÖFKE DUYDUĞUMUZ BİR KİMSEYİ ASLA TERK EDEMEYİZ
Kişiler “yaşam senaryosunu” önceki nesillerden devralıp sanki kendi
yazgısıymış gibi sahiplenirler. Yerini aldığımız aile bireylerine ait fiziksel
rahatsızlıkların hissedilmesi ve yaşanmasına da oldukça sık rastlanır. Ait
olduğumuz sosyal grubun değerlerini öğrenme ve onları uygulama isteğimiz,
hayatta kalma güdümüzle birebir bağlantılıdır. Altta yatan asıl korku, hem
kendimizin hem de çocuklarımızın sosyal tecride uğraması ve reddedilmesidir.
Reddedilmek, arka planda, kişi farkında olmasa da ölüm anlamına gelir.
Annemiz babamız, atalarımız yaşamla bağımızdır. Onlar hakkında
hissettiklerimiz yaşam hakkında hissettiklerimizdir. Fiziksel boyuttaki
kaynağımızı temsil ederler ve bunu hepimiz bir şekilde biliriz. Etkisi ister
olumlu ister olumsuz olsun, bu anlayış herkese derinden dokunur.
Tüm kişisel olgunlaşma ve bireysel gelişim çalışmalarının temel ilkesi, kişilikte
reddedilip dışlanmış ne varsa ortaya çıkarıp kabul edilmesini sağlayarak
yürekte bunlara yer açmaktır. Aynı şekilde, önceki nesillerde dışlanmış aile
bireylerinin de aileye dahil edilmesi, tanınması ve sevgiyle anılmasını
gerekmektedir.Bu ilkenin özünde kavranması gereken reddettiğimiz şeyin
reddedildiği sürece büyük güce sahip olduğudur. Reddetme çabamız
reddedilenin güçlenmesine ve bizi izlemesine neden olur. Hortlak sandığımız
şey, onun hortlak olduğuna inanmamızdan güç alarak peşimizi bırakmaz.
Onun rüzgarda sallanan bir örümcek ağı olduğunu keşfettiğimizdeyse korku
geçer. Bakmaya tahammül edemediğimiz şeye bir kere “evet” deyip de
baktığımızda, içimizde bir şeyler değişir. Bu sabit bir kabullenme değildir. Aynı
zamanda korktuğumuz hortlaklara kendimizi açmak ve onlara duyduğumuz
sevgimizle yüzleşmemiz gerekmektedir.
Öfke duyduğumuz bir kimseyi asla terk edemeyiz. Öfke de, sevgi gibi
bağlayıcı bir ilişkidir.
Başkalarıyla kurduğumuz her ilişkide aslında kendimizi keşfederiz. Bir
diğerine duyduğumuz ihtiyaç, kendi bireyselliğimizde sahip çıkmadığımız
parçalarımızı keşfetmeye ve kendi bütünlüğümüze duyduğumuz ihtiyaçtır.
Aslında diğeri yoluyla kendimizle ilişki kurarız. Bastırdığımız, sakladığımız ve
keşfedilmemiş tüm yönlerimizi sevmeyi ve onlara sahip çıkmayı öğreniriz.
Kendi bütünlüğüne ulaşmış bireyler olduğumuzda diğerlerine duyduğumuz
bağımlılık azalır, hatta belki tamamen ortadan kalkar. O zaman sevgi bir
ihtiyaç veya bağımlılık olmaktan çıkar ve yeni bir nitelik kazanır. Gelişmemiz
için iki şey gereklidir: bir başkasına ihtiyaç duyduğumuzun farkına vararak
yakın ilişkinin zorluklarına hodri meydan demek ve bunu yaparken
anlayışımızı ve sevgimizi ilişkinin bilinen boyutunun ötesine taşımak.
Kalıcı mutluluğun ise tek yolu vardır: mutluluğum dışarıya, dış dünyanın
arzularımı yerine getirip getirmeyişine mi bağımlı, yoksa kendi içimden mi
filizleniyor? Eğer dış dünyaya bağlıysa mutluluğum geçici olacaktır; eğer
varlığımın doğal bir niteliğindeyse, özgün olarak bana aittir.