1:
Kelime anlamıyla narsisizm, ’’öz sevici ‘’olarak adlandırılabilir. Yunan mitolojisindeki ‘’Narkissos’’ öyküsüne dayanan bu kelime, günümüzde çeşitli biçimler, görünümler kazanabilmektedir. Psikolojik bakış açısına göre ‘’Narsisizm’’ benliğin erken çocukluk dönemlerinde bir savunma biçimi olabileceği gibi, süreç içerisinde narsistik kişilik bozukluğu olarak adlandırılan bir patolojik kişilik örüntüsüne dönüşebilir. Ayrıca kişinin gerçeklikle bağının koptuğu psikopatolojik süreçlerde, kişinin gerçek yaşamın nesne ilişkilerinden kaçması olarak da tanımlanabilecek ‘’otistik ‘’ yaşantısı, benliğin bir savunma biçimi olarak; ikincil narsisizmi olarak karşımıza çıkabilir. ‘’Öz benlik (kendilik -self) psikologlarına göre narsistik kişilik bozukluğunun temelinde, erken çocukluk dönemlerinde doğal olarak var olan ‘’büyüklenmiş öz benlik’’(Grandiose -Self) duygusuna karşı ana ,babasının yeterli eş duyum gösterememeleri ,çocuğun uygun anne, babalık ortamında gerçek dünyanın düş kırıklıkları ile yeterince karşılaşamaması yatmaktadır. Kuşkusuz ana-babanın çocuğun özelliklerini aşırı yüceltmeleri ,vurgulamaları ile sürekli beslenen ve gereksizce büyüklenen öz benlik duygusunun da bunda önemli payı vardır.’’(1) (o. Öztürk, ruh sağlığı syf:433). Bir kişilik örüntüsü olarak öz sevici (narsistik) kişilik bozukluğu olan bireyler’’ kendilerini fiziksel ve ruhsal yönden aşırı beğenen, üstün gören; sürekli beğeni, ilgi ve onay bekleyen; gittikleri her yerde hemen özel ilgi göreceğine ,üstün bir yeri hak ettiğine inanan kişilerdir.(2)(a. g. e syf:432). Bu tanımlamaların dışında narsisizmin bir savunma biçimi olarak ‘’tüm güçlülüğü’’ kullanış biçiminin toplumsal ve bireysel görünümleri, öz seviciliğin, antropolojik iz düşümlerini saptamamızda yardımcı olabilir. Burada şu soruyu sormamız gerekebilir; narsisizmin evrimsel gelişimi nasıl bir yol izlemiştir.? Modern toplumlarda görüldüğü biçimiyle narsistik özellikler veya savunma biçimleri ilkel insanda, sürü halinde yaşayan avcı-göçebe veya yerleşik topluluklarda nasıl ortaya çıktığıdır?...İlkel insanın toplumsal, ekonomik ilişkilerinde nasıl görünümler aldığıdır. İlkelin narsistik davranışsal örüntüleri, tüm güçlü arzuları neler olabilir.? Modern topluma nasıl bir evrim, değişimler geçirerek gelmiştir.? Bu soruları yanıtladığımızda narsisizmin antropolojisine ait ipuçlarına ulaşılabilinebilir. Freud ünlü yapıtı, totem ve tabu’ da ‘’ilkellerin dünyayı dost ya da düşman pek çok varlıkla donattığını, doğa olaylarına da bu varlıkların yol açtığını, yalnız hayvan ve bitkilere değil, cansız nesnelere de yine bunların hayat verdiğine inandığını’’ belirtir. (3) ( Freud. S, totem ve tabu, syf 116, say yayımları).’’Düşüncelerini uyaran olaylara ilkel insanın ruhsal tasarımlar oluşturarak tepki göstermesi ve sonradan bu tasarımları dış dünyadaki nesneler üzerine taşıması düpedüz doğal sayılmış, buna bir bilmece gözüyle bakılmamıştır. Wundt, aynı animistik tasarımlara alabildiğine değişik topluluklarda ve her dönemde rastlanıp, birbirlerine uygunluk göstermesi konusunda, bunların mitler oluşturan bilincin gerekli psikolojik ürünleri sayıldığını ve ilkel animizmin gözlem yoluyla ulaşabildiğimiz kadarıyla insanın doğal durumunun ussal dışavurumu olduğunu söyler. İlkellerin cansız nesneleri canla donatmasına ise Hume’ un , ‘bütün varlıkları kendileri gibi tasarlamaları ve her nesneyi çok yakından bilip aşinası oldukları özelliklerle donatmaları insanlarda evrensel bir eğilim olduğunu ‘ söylediğini belirtir’’(4)(a.g.e.syf117). Yine Freud’a kulak verecek olursak ‘’animizm bir düşünce sistemidir, yalnızca bir olayı açıklamaz, dünyayı bir bütün olarak ele alıp, tek bir bakış açısından yola koyularak kavramaya çalışır…İnsanlık zaman içinde animistik (mitolojik), dinsel ve bilimsel olmak üzere bunun gibi üç düşünce sistemi, bunun gibi üç büyük dünya görüşü geliştirmiştir. İçlerinde ilk geliştirilen animizm, belki de dünyanın doğasını tümüyle ve doğru şekilde açıklayan tek görüştür. İnsanlığın bu ilk dünya görüşü psikolojik bir kuramdır. Bu görüşten günümüz yaşamında hala ne kadarının varlığını sürdürdüğü, ya batıl inanç olarak değerini yitirmiş durumda ya da konuşmalarımızın ,inancımızın, ve felsefemizin temel taşı olarak canlılığını koruduğunu kanıtlayıp saptamaya çalışmak , incelemede güttüğümüz amacın dışına taşacaktır. Her üç dünya görüşünün dizilimine bakarak, animizmin henüz bir din sayılamayacağını, ama ilerideki dinlere temel oluşturacak ön koşulları içerdiğini söyleyebiliriz. Ayrıca mitlerin de animistik koşullara dayandığı dikkati çekmeyecek gibi değildir. İnsanların salt spekülatif bilme tutkusuyla ilk dünya sistemlerini oluşturdukları düşünülemez. Dünyayı pratikte egemenlik altına alma gereksiniminin de bu konuda belli bir rol oynamış olması gerekir. Dolayısıyla, animistik sistemle bir başka şeyin, insanlar, hayvanlar ve nesnelerle bunların ruhları üzerinde nasıl egemenlik kurulacağına ilişkin bilginin de el ele yürüdüğünü öğrenmek bizi şaşırtmamıştır. ’’(5)(a. g. e syf:118) İlkel insanın narsistik tüm güçlü arzuları, animistik düşünce sistematiğinde ‘’insanlar, hayvanlar ve nesnelerle bunların ruhları üzerinde nasıl egemenlik kurulacağına ilişkin’’ dir. Bu egemenlikte ilkel insanın animistik düşünce tarzının bir tekniği olarak büyücülük ve majiyi kullandığı görülmektedir. Freud ’’büyücülükle majiyi kavramsal olarak birbirinden ayırabilir miyiz? diye sorar ve bunun ancak keyfi bir davranışla, dildeki oynamaları göz ardı ederek yapılabileceğini söyler. O vakit büyünün, ruhları etkileme sanatı olarak karşımıza çıkacağını, majinin ise büyüden biraz farklı olduğunu, kendine özgü, özel yollar izlediğini, majinin animistik tekniğin büyüden önce geliştirilmiş , büyüden daha önemli parçası olduğunu ve …majiye doğanın ruhanileşme sürecini henüz geçirmediği koşullarda da başvurulduğunu .. doğa olayları üzerinde insan iradesini egemen kılmak ,kabile bireylerini tehlikelere ve düşmanlara karşı koruyup, düşmanlarına zarar verme gücüyle donatmak gibi birbirinden değişik amaçlar için majiden yararlanıldığını belirtir. Bir düşmana zarar vermek için başvurulan alabildiğine yaygın majik yollardan biri, onun rastgele bir malzemeden bir kopyasını yapmaktır. Burada kopyayla aslı arasında ki benzerlik üzerinde fazla durulmaz. Örneğin, herhangi bir nesneye de aslın kopyası gözüyle bakılabilir. Kopyaya yapılan kötülük, kendisine hınç duyulan aslına da yapılmış sayılır. Kopyaya bir yerinde verilen acıyı, aslının da vücudunun aynı yerinde duyumsadığına inanılır’’ (6)(a. g. e. Syf:119-120). Freud’un aktarımıyla Frazer majiyi, kontagiös (bulaşıcı) ve imitatif (öykünümsel) diye ikiye ayırır. Yine freud , benzerlik ve temasın çağrışım olaylarının iki temel ilkesini oluşturduğunu, maji kurallarındaki bütün çılgınlığın düşünsel çağrışımların eğemenliğinden kaynaklandığını, belirtir: ‘’Majiye başvurulmasını gerektiren nedenleri kolaylıkla saptayabiliriz, insanların istekleridir bu nedenler. Ancak ilkellerin isteklerinin gücüne duydukları güven kuşkusuz alabildiğine büyüktür. Aslında majik yoldan pek çok şeyi ele geçirebiliyorlarsa, nedeni sadece böyle bir isteği içlerinde beslemiş olmalarıdır. Dolayısıyla başlangıçta ağırlık yalnızca istek üzerinedir.’’(7)(a. g. e. Syf 126) Bu istek ve arzunun doyumu Freud’a göre çocuk ve erişkin ilkelde benzer psişik zeminde gerçekleşir. ’’Oyun ve imitatif yoldan isteklerin doyuma kavuşturulmasını ..çocuk ve ilkel insanda isteklerine aşırı değer vermelerinin sonucudur. Zamanla psişik vurgu, majik eylemin nedenlerinden bu eylemi gerçekleştirirken başvurulan yollara, eylemin kendisine kayar…öyle görünüyor ki, istenen bir şeyin gerçekleşmesini sağlayan, istenen şeyle bir benzerliği içeren majik eylemden başkası değildir…o zaman temas çağrışımına dayanan bulaşıcı(kontagios) maji sisteminin istek ve iradeye verilen önemin buralardan kalkarak iradenin buyruğunda bütün psişik eylemler üzerine yayıldığını bize gösterecektir. Dolayısıyla, ussal olaylara genellikle aşırı değer verilmiş, yani dünya karşısında öyle bir tutum takınılmıştır ki, realiteyle düşünce arasındaki ilişki konusunda edindiğimiz bilgilere dayanarak düşüncelerin baskın nitelik taşıdığını söyleyebiliriz. Neslerin kendileri, bunların zihindeki tasarımları karşısında geri plana çekilmekte, tasarımlarda başvurulacak eylemlerin nesneler üzerinde de gerçekleşileceğine inanılmakta, düşünceler arasındaki ilişkilerin nesneler arasında da söz konusu olduğu varsayımı benimsenmektedir. Düşünce uzaklık diye bir şey tanımadığı, gerek zaman, gerek mekan bakımından birbirinden alabildiğine uzak şeyleri güçlük çekmeden tek bir bilinç eyleminde bir araya getirebildiği için, telepatiye başvuran maji dünyası da mekânsal uzaklık diye bir şey bilmez, geçmişde olup bitenler karşısında şimdi olup bitiyormuş gibi davranır. Animistik çağda iç dünyanın dışa yansıtımı, bizim gerçekte tanıyıp algıladığımız dış dünyanın resmini görünmez kılar…Çağrışımın benzerlik ve temastan oluşan iki ilkesi o yüce temas konseptinde bir araya gelir. Temas çağrışımı gerçek, benzerlik çağrışımı ise metaforik bir temastır. Psisik olayda, bizim şimdiye kadar kavrayamadığımız özdeşlik, her iki temas için aynı sözcüğün kullanılmasıyla sağlanır. Tabunun analizindeki gibi, burada da aynı kapsamda bir temas düşüncesiyle karşılaşmaktayız. ... şunu söylemek gerekir ki majiyi, animistik düşünce tarzını yöneten ilke; düşünsel herşeye gücü yeterlik ilkesidir.’’ (8) (a. g. e.syf:127-128 ). Freud, ilkellerde düşünsel her şeye gücü yeterlilik inancının narsisizmin varlığını gösteren bir kanıt olarak değerlendirildiğinde, insanlardaki dünyayı kavrama görüşünün zaman içinde ki aşamalarını, bireydeki libido gelişiminin aşamalarına benzetilebileceğini söyler (9) (a. g. e. Syf 134). Kelime anlamıyla libido: insanın yaşama gücünün, davranışlarının temelini oluşturan, cinsel iç güdü olarak anlaşılabilinir. Libidinal enerjinin nesnelerden benliğe çekilmesiyle, ya da dışardaki nesneleri ‘’bensel özelliğini koruyan libidonun’’ uzantıları olarak görüp ‘’aynı libido içine çekip almak’, narsistik örüntülerin veya kişiliklerinin, libidinal enerjilerinin kullanımı hakkında bir fikir edilinebilinir. ‘’Dışarıda libidosu için objeler ele geçirdikten sonra da birey, kendisindeki narsistik özelliği bir ölçüde korumayı sürdürür.’’ Yine ‘’ libido yönelimlerinin bireysel gelişimini geriye doğru izler, olgunluk dönemindeki şekillenmesinden çocukluktaki başlangıç evresine doğru ilerlersek,..çocukta seksüel dürtülerin etkinliğiyle başından beri karşılaşılırsa da bunlar henüz dıştaki bir objeye yönelmiş değildir. Cinselliğin bileşenlerinden her biri ötekilerden bağımsız haz peşinde koşar ve bu hazzı da çocuk kendi vücudunda ele geçirir. İlgili evrede otoerotizm evresi olarak nitelendirilip, daha sonra onun yerini dışarıdaki obje seçimi evresi alır. Konu üzerinde sürdürülen araştırmalar, her iki evre arasına bir üçüncüsünün yerleştirilmesinin ya da başlangıçtaki otoerotizm evresini ikiye ayırmanın daha uygun, hatta kaçınılmaz olacağını göstermiştir….bu ara dönemde o zamana kadar tek başlarına varlığını sürdürmüş cinsel dürtüler bir araya gelerek bir bütün oluşturur, kendilerine de bir obje ele geçirir. Ama bireyin dışında ona yabancı bir obje değildir bu, bireyin ilgili dönemde artık oluşum sürecini tamamlamış kendi benidir. Söz konusu ara evreyi, ileride bireyin yaşamında gözlemleyeceğimiz patolojik fiksasyonları dikkate alarak narsistik (ben sevisel) evre diye nitelendirebiliriz.’’ (10) (a.g.e.syf:132-133). Libidonun çocuğun özdeşim süreçlerinde....’’..nesnenin yenerek özümsendiği ve yok edildiği ilk evresi oral örgütlenme evresi ‘’ olarak düşünülürse’’ yamyam bu noktada kalmıştır; düşmanlarına karşı yiyici bir sevecenlik duyar ve sadece düşkün olduğu (sevdiği) insanları yer’’(11)(S . Freud, uygarlık, din ve toplum: syf:131). Örneğin, Novalis ‘’cinsel arzunun belki de bir insan eti isteğinden başka bir şey olmadığını’’ söyler. (12)( Aktaran, Eugene Enriquez, sürüden devlete ayrıntı yay.syf:240) Yamyamın nesne ilişkileri üzerindeki, narsistik tüm güçlü arzuları tamamıyla içe atma-yeme şeklinde gelişirken, ilkel insanın animistik dünya kavrayışında ’’animizm tekniği, yani maji, hepsinden açık ve saf olarak dış dünyadaki gerçek nesneler üzerinde ruh yaşamının yasalarını uygulama amacını güder. Bu arada hayaletler, cinler bir rol oynamaz, hatta kendileri de majik eylemlere konu yapılır. Dolayısıyla, majiye yol açan koşullar animizmin çekirdeğini oluşturan cinler öğretisinden önce oluşmuştur ve ondan daha eskidir…Maji, her şeye gücü yeterliliği düşüncelere mal ederken, animizm bunun bir parçasını ruhlara bırakmış, dolayısıyla bir dinin oluşumuna giden yolu açmıştır. İlkelleri böyle bir özveride bulunmaya ne gibi bir neden yöneltmiştir.? ..ilkel insanın maji tekniğini elinden çıkarmadığı görülmektedir....cinler ilkel insanın ruhundaki duyguların dış yansıtımlarından başka şeyler değildir. İlkel insan duygularını kişilere dönüştürür, onlarla doldurur dünyayı, ruhsal olayları yeniden çıkar karşısına, bu durumuyla tıpkı libidosunun bağlanım ve çözülümlerini kendisince kombine edilmiş tanrısal ışınlara yansıtılan o zeki paranoyak schreber gibi davranır. Ruhsal olayları dışa yansıtma eğiliminin nereden kaynaklandığı sorusuna gelince, dışa yansıtımın psikolojik bir rahatlama sağladığı zamanlarda söz konusu eğilimin güçlendiğini görebiliriz. Her şeye gücü yeterlilik peşinde koşan duyguların birbiriyle çatıştığı koşullarda dışa yansıtımın böyle bir yarar sağlayabilir. Bir çatışma durumunda bütün duyguların her şeye gücü yeterliğe ulaşacağının beklenemeyeceği açıktır. Paranoya’ daki patolojik süreçte, ruhsal yaşamda oluşmuş bu tür çatışmaların üstesinden gelmek için gerçekten de dışa yansıtım(projeksiyon) mekanizmasına başvurulur. Projeksiyon, dışa yansıtım mekanizmasını anlamak için, ilkel insanın ölüm karşısındaki (ambivalent ) duygusal ikircikli tutumuna bakmakta yarar vardır. .''İlkellerde ki ruh tasarımının ölümün hayatta kalanlar üzerindeki izleniminden kaynaklandığına'' ilişkin araştırmalar olmakla birlikte burada önemli olan freudun da dediği gibi,..''ilgili durumun yani(ölümün) hayatta kalanları içine sürüklediği duygu çatışmasıdır...ilkel insanı düşündüren, onu her şeye gücü yeterliliğinden bir bölümünü ruhlara bırakmaya, davranışlarını yöneten özgür iradesinin bir parçasından el çekmeye zorlayan neden, gerçekten de ölen kişi karşısında hayatta kalanın içinde bulunduğu durumsa , söz konusu ilk kültürel yaratılar, insandaki narsisizme (ben seviye) karşı koyan gerekliliğin ilk kez benimsenişidir. İlkel, ölümün karşı durulmaz gücü karşısında, ölümü yadsımada başvuruyor göründüğü aynı tavırla boyun eğer…Animistik ruh kendisinde her iki taraftan özellikler barındırır. Ruhun dalgalanışı ve devingenliği, bedenden ayrılıp geçici ya da sürekli bir başka bedeni kendine yurt edinebilmesi, kesinlikle bilincin doğasını çağrıştıran belirleyici özelliklerdir. Ama kişinin görünümünün arkasında kendini gizleyişi, bize bilinçdışını anımsatır; değişmezlik ve yok edilmezlik özelliğini bugün artık bilinçli değil, bilinçdışı olaylara mal ediyor, ayrıca bunlara ruhsal etkinliğin gerçek taşıyıcıları gözüyle bakıyoruz.''(13)(S. freud ,totem ve tabu say yay. syf 137). Çağdaş, modern günümüz toplumlarında ülkelerin gelişmişlik düzeyi ne olursa olsun, animistik dünya kavrayışı, dinsel kavramlar la dünyayı açıklama girişimi, bilimsel dünya görüşü yan yana gidebiliyor. İlkelin batıl inancı diye tanımlayabileceğimiz veya günlük yaşamın ritüelleri olarak gördüğümüz davranış örüntüleri, modern insanın kollektif bilinçaltının majik, animistik boyutları olarak görünebilir. Antropolojik iz düşümler, çeşitli davranış şekillerinde kendini somut bir halde ifade edebilir.
• *Örneğin Türkiye gibi farklı düşünsel paradigmaların çeşitli biçimlerde tolumun düşünsel hayatında egemenlik kurmak için çaba gösterip, toplumsal zihni yönlendirmeye çalıştıkları bir ülkede; maji, büyü, animistik yönelimler, dinsel doğmalar, batıl inançlar farklı pratiklerin zemini olabilir. 80 ‘li yıllardan beri şiddeti gittikçe artan, toplumsal ilişkileri yönlendiren büyücülük, cincilik, dinsel dünya tasarımları, kutsal addedilen insan veya mekanlardan yardım istemek için girişilen bir takım ritüel davranışlar, büyük şefe yahut büyük lidere yönelik tüm güçlü narsistik arzular, bunların tanrı katında değerlendirilmeleri güncel yaşamda olağan karşılaşılan boyutlardır. Yine Anadolu yaşamında kutsal sayılan türbelere gidilip, dilek tutma, bunun için bir takım ritüel davranışlarda bulunma, örneğin çaput bağlama, bu dinsel argümanlarla okunmuş sular içme, çok yaygındır. Bu durum, görüngüler ve ritüel davranışlar son yıllarda çok daha farklı boyutlar ve derinlikler kazanabiliyor. Güncel politika da bizzat yer alanlar için, büyük şefe yönelik narsistik tüm güçlü arzular, tapınç derecesine ulaşırken, yine üzerinde dinsel motiflerin yazılı olduğu, pasta tarzı yiyecekler, tüm güçlü arzulara doyum bulabilmek için narsistik içe atma şeklinde ritüelleşebiliyor. Yine büyük liderin yaşadığı evden toprak alıp evlerine götürme, bu topraklara majik, tüm güçlü arzular yükleyerek narsistik içe atma tarzında yeme, farklı zamanlarda günlük ritüellerin bir parçası olabiliyor.
Freud, ''animistik sistemin eğemenliği altında her kuralın, her etkinliğin bugün bizim batıl inanç diye gösterdiğimiz sistematik bir nedeni içermemesinin mümkün olmadığını ''söyler. Kuşkusuz modern toplumlarda batıl inanç görünümü alan davranış, inanç ve ritüellerinin, ilkelin animistik dünya kavrayışında bir nedenseliğinin olduğu görmezden gelinemez.
• Levi Straus ’, M. Mauss ’ un sosyoloji ve antropoloji adlı yapıtına yazdığı önsözde mana ve hau kavramları üzerinde dururken, Mauss’un bağış üzerine bir denemesinde hesabının doğru çıkmasına neden olmak için, bir nicelik olarak hau’yu eklediğini belirtir. Mana kişilerin ruhu olabilirken, hau sadece şeylere özgüdür. (14)(sosyoloji ve antropoloji syf:39).Şeylerin ruhunu, gücünü, gizemini daha doğru olarak ilkelin bilinç altındaki büyüsel gücünü mana ile anlamlandırmak, eşyanın ruhuna büyüsel anlamda tüm güçlü nitelikler, farklı özellikler katmak olasıdır. Bu ilkelin psisişesinde önemli olsa gerektir. C.L.Strauss bağış üzerine bir denemede Mauss’un değiş tokuşun birbirinden çok farklı olarak bir çok sosyal aktiviteye hakim olduğunu, ampirik gözlemin, Mauss’a değiş tokuşu ortaya çıkarmaya yetmediğini,.. üç ayrı yükümlülükle karşılaşmasını sağladığını, bunlarında vermek, almak ve iade etmek olduğunu söyler, ve ekler: ’’Bu nedenle bütün teori belli bir yapının varlığını gerektirmektedir ki deneyim bizlere sadece bu yapının parçalarını ,dağınık şekilde ki organlarını ya da daha doğrusu unsurlarını sunar. Eğer değiş tokuş zorunluysa ama verimli değilse, o halde bu değiş tokuşu oluşturmak gerekir. Peki ama nasıl?. Yine Mauss’un sosyoloji ve antropoloji adlı yapıtına yazdığı önsözde C.L. Strauss, değiş tokuş edilen şeylerin yalnızca fiziksel nesneler olmadığını aynı zamanda saygınlıkların, yükümlülüklerin, ayrıcalıklarında değiş tokuş edilen birer nesne olduğunu, söyler. Ve bunların oynadığı sosyolojik rol maddi nesnelerin oynadığı rolle aynıdır. Ve ekler: Hau, değiş tokuşun son nedeni değildir; bu söz konusu sorunun özel bir öneme sahip olduğu belli bir toplumda insanların nedeni başka bir yerde olan bilinç dışı bir zorunluluğu bilinçli olarak kavrama biçimleridir (15) (a.g.e.syf38-39). Sonuç olarak C. L. Strauss’un Mauss’tan yaptığı alıntıyla,’ ’büyüsel güçlerin dışavurumuna ulaştığımız andan itibaren, dildeki olgulara benzer olgularla karşı karşıya geliriz’’. Yine C.L. Strauss’un anlatımıyla ’’ ..o dönemden bu yana ,zihinsel yaşamdaki temel olguların ,zihinsel yaşamın koşulunu oluşturan ve genel belirleyen olguların bilinçdışı düşüncenin sınırları içerisinde yer aldığı yönündeki düşünceye alışmamızı sağlayan şey dilbilimdir ve özellikle yapısal dilbilimdir. Böylelikle bilinçaltı ‘’ben’’ ile başkası arasındaki ara sınırı oluşturacaktır. Bilinçaltının verilerini derinleştirmekle kendimize doğru ilerlemiş olmayız. En gizli ‘’ben’’imizi içinde barındırdığı için bizlere hiç de yabancı gelmeyen bir düzleme ulaşırız; fakat normal olarak kendi kendimizden çıkmamıza neden olmadan, aynı anda hem bizim hem de başkalarının olan, tüm insanlarda ki ve tüm zamanlarda ki bütün zihinsel yaşantıların koşullarını oluşturan etkinlik biçimleriyle karşılaşmamızı sağlar. Böylelikle, zihinsel etkinliklerin bilinçdışı formlarının kavranışı da (ki bu objektif olabilir sadece) aynı şekilde öznelleşmeye varır; zira bu, psikanalizde en uzak ‘’ben’’ imize hakim olmamıza olanak veren ve ontolojik araştırmada ise başka bir’’ biz’’ e olduğu gibi en uzak ‘’başkalarına’’ ulaşmamızı sağlayan benzer türde bir işlemdir kesinlikle. Her iki durumda da aynı sorun kendini göstermektedir, yani kimi zaman subjektif bir ben ile nesnelleştirici bir ben arasında kimi zaman da objektif bir ben ile öznelleşen bir başkası arasında iletişim olup olmadığı sorunu ortaya çıkmaktadır. Ve yine her iki durumda da, bu karşılaşmaya ait olan ve insan zihninin doğuştan yapısında ve de bireylerin ya da grupların özel ve geri dönüşümsüz tarihinde çizilen güzergahların araştırılması başarı için şarttır. O halde, etnolojik sorun son tahlilde bir iletişim sorunudur ve bu saptama, bilinçaltı ile kollektif olanı özdeşleştiren Mauss’ un izlediği yolu Jung ’un izediği yoldan radikal bir şekilde ayırmak için yeterlidir, ki bunların ikisini de aynı şekilde tanımlamak gibi bir eğilim olabilir. Zira bilinçaltını kollektif düşüncenin bir kategorisi olarak tanımlamak ya da bilinçaltına atfedilen içeriğin bireysel ya da kollektif karekterine göre bilinçaltını bölümler halinde düşünmek aynı şey değildir. Her iki durumda da bilinçaltı sembolik bir sistem olarak anlaşılmaktadır; fakat Jung’ a göre, bilinçaltı sisteme indirgenmez: Bilinçaltı sembollerle ve hatta kendisine bir tür dayanak oluşturan sembolik şeylerle doludur. Bu dayanak doğuştan olabilir; fakat teolojik varsayım olmadan, deneyimin içeriğinin deneyimden önce gelmesi anlaşılamaz; söz konusu dayanak sonradan edinilmiş de olabilir; ancak sonradan kazanılan bir bilinçaltının kalıtımı sorunu, sonradan kazanılan biyolojik özellikler sorunu kadar ciddi bir sorundur. Aslında, amaç dışsal bir veriyi sembollerle ifade etmek değil, sadece aktarılamaz hale gelmeleri durumunda sembolik sistemin dışında kalan şeyleri sembolik sistem yapısına indirgemektir. Dil gibi, sosyal olan da otonom bir gerçekliktir. (ayrıca aynı türdendir); semboller sembolize ettikleri şeyden daha gerçektirler; gösteren gösterilenden önce gelir ve onu belirler.. Mana konusunda da aynı sorunla karşılaşmaktayız.’’ (16) ( a. g. e syf: 33).
Lacan çocuğun arzu nesnesi olarak memeden kopuşunun yaratttığı boşluğun, imgeselden-simgesel düzene geçişle birlikte dilde kapatılmaya çalışıldığını ama bunun hiç bir zaman tam olarak arzusal boşluğun kapatılmasını sağlayamayacağını belirtir. Yine lacanın deyimiyle''...insan varlığı kendi imgesiyle özel bir ilişki içindedir- bir eksiklik/yarık ilişkisi, yabancılaştırıcı bir gerilim ilişkisi. Burası varlık ve yokluk düzeni olanağının, sembolik düzenin ortaya çıktığı yerdir...''(17)(E.Özmen, lacan, ayna evresi ve marx, birikim dergisi nisan ,2002, say:156).Tamamlanacak olursa:'' Gedik yarık da çokluk ölçüsünde bir gösteren gücü/potansiyeli içerir. Ayrıca diğeri olmaksızın hiçbiri böylesi bir güce sahip olamaz. Çocuğun bir yandan, kendi nazik, sallantılı hakimiyet duygusunu annenin tüm güçlülüğüyle(omnipotence) karşılaştırması; diğer yandan imgenin sentezi ve imgenin bütünlüğü tarafından büyülenme, çocuğun bedeninin eşgüdümsüzlüğü hakikatini yok edemeyecek oluşu, o yarığın zuhur etme gerekçesini teşkil eder. Çocuk serseme döner. İmgesel bütünlük, kendi kuruluşunun yabancılaştırıcı ve dışsal niteliğini asla gideremiyecektir. O imgesel bütünlüğün özneye yönelttiği tehdidin en önemli sonucu; narsisizmin, agresif gerilimin kurucusu olarak farklı bir çerçeveye yerleştirilmesidir. Bu yüzden belki de gücün /iktidarın ve güce yönelik arzunun kaynağı, burada imgesel kayıtta aranmalıdır.''(18)(a.g.e.)Bir bakıma çocuk arzu gediğini-yarığını, imgeselden simgesel evrene geçişte sembolik olarak yeniden sağlamak, doyurmak ister. C. L. Strauss'a göre ''her kültür, bir sembolik sistemler bütünü olarak değerlendirilebilir, ki bu sembolik sistemlerin ilk sırasında dil, evlilik kuralları, ekonomik ilişkiler, sanat, bilim ve din yer alır.'' Kapitalist toplumda bir gösterge olarak metalar da, bu sembolik sistem içerisinde ekonomik ve sosyal ilişkilerin önemli, temel bir parçası olabilmektedir. Ancak bizim burada üzerinde durmak istediğimiz konu, ''omnipotence '' tüm güçlü arzuların doyurulmasında bir tüketim nesnesi olarak, metaların sembolik işlevidir. Modern insan tüm güçlü arzularını doyurmak için, bir gösterge olarak metaları, arzu nesnesi kılarken, kollektif bilinç altında antropolojik olarak eşyaların ruhu olan, ''hau'' da dolaşıma sokulmuş olabilir mi?.
2:
Arzu nesnesi olarak metaların işlevi..
Karl Marx ekonomi politiğin eleştirisine katkı adlı yapıtında ,’’ çalışan kişiler arasındaki ilişkiye ,nesneler arasında ve bu nesnelerle kişiler arasında kurulan bir ilişki görüntüsü vererek , bir üretim ilişkisinin bir nesne biçimine bürünmesini, bize olağan ve kendiliğinden olma bir şey saymamızı sağlayan, ancak günlük yaşamın alışkanlıklarıdır. Bu aldanma metalarda, daha da basit bir durum alır. Herkes değişim değerleri olarak metalar arasındaki ilişkinin, daha çok kişiler arasında ve onların karşılıklı üretici faaliyetleri arasında bir ilişki olduğunu az çok sezer. Bu basit görünüş , yüksek bir düzeydeki üretim ilişkilerinde göze görünmez olur. Para sisteminin bütün yanıltmaları , belirli özellikleri olan doğal bir nesne biçiminde paranın, bir üretimin toplumsal ilişkisini temsil ettiğini gözden kaçırmamızdan ileri gelmektedir der ve ekler: Modern iktisatçıların, ellerinde tuttuklarını sandıkları nesnenin, kendilerine birden bire toplumsal ilişki olarak göründüğünü ve toplumsal ilişki olarak sınıflandırdıkları şeyin de, kendileriyle alay edercesine nesne biçiminde karşılarına çıkıverdiğini gördüklerinde şaşırdıklarını söyler.’’(19)(marx, karl ekonomi politiğin eleştirisine katkı: syf,54-55). Nesnelerin toplumsal bir ilişki olarak tezahürü, ve bireyin emek gücünün kapitalist pazarda meta olarak değişim değeri elde etmesi bireyin emeğine ve dolayısıyla kendisine yabancılaşmasının kapısını aralamıştır. Şeyleşme, yabancılaşma, nesneleşmiş emeğin bireye bir tahakküm aracı olarak geri dönmesinin de bir başlangıcı olmuştur, aynı zamanda. Şeyleşmenin soğuk ve ruhsuz yüzünün ''aşkın'' olana karşı gereksinmeyi ve arzuyu artırdığı söylenebilir. Timothy Bewes'inde yerinde saptamasıyla belirtiği gibi, ''aşkın olana duyulan inanç bizi dolaysız dünyanın sahip olduğumuz tek dünya olduğu kaygısından ve böylece dolaysız dünyanın şeyleşmeye tabi olmasının verdiği endişeden kurtarır.''(20)(Bewes,T; şeyleşme, geç kapitalist toplumda endişe, metis yay.syf 180). Şeyleşme, yabancılaşmaya karşı ''aşkın'' olana duyulan tüm güçlü arzular, bir savunma biçimi olarak narsizmin dinsel boyutunu, içeriğini anlamamıza yardımcı olabilir. '' Dinsel inancı olan biri için, dünyevi alan çoktan düşkün hale gelmiştir ve bu nedenle de, bir zamanlar olduğu ve yine bir gün olacağı haliyle karşılaştırıldığında , düpedüz şeyseldir, gelecek dünyanın yalnızca bir gölgesidir. Şeyleşme kavramının kendisi meta fetişizmi ile ilgili olduğu sürece tamamen dünyevi bir kavramdır, çünkü dünyevi alanın ötesinde hiç bir şey varsaymaz... Dolayısıyla ..,çoğunlukla bir fetişizm biçimi olarak açıklanabilen -dinsel inanç bir kurtuluş vaad eder- şeyleşmeden değilse bile en azından şeyleşmeye yönelik endişeden.''(21)(a.g.e.syf:180). Günümüz Türkiyesi'n de dinsel düşünce ve sembollerin fetişist bir biçimde günlük ritüel ve davranışları kuşatması, Türkiye coğrafyasında narsistik tüm güçlü arzuların ve narsizmin bir savunma biçimi olarak oldukça yaygın bir kullanımına da bir örnek olabilir. Dünyanın uzay çağını yaşadığı bir zamanda, Türkiye insanının ortaçağ argümanlarıyla bezenmiş, kollektif zihninin-bilinç altının dışa vurumu, hayalperestlikten öte, içi kof, şişkin narsistik benliğinin trajik bir yansımasına denk düşmektedir. Varoluşu sakatlanmış ve kendini gerçekleştirme zenginlikleri bir hayli yoksullaşmış olan Türkiye insanının narsistik tüm güçlü arzuları, toplumsal -bireysel benliğinin birer savunusu olarak, dinsel argüman ve sembollerin fetiş tarzında içselleştirilmesinde ortaya çıkmıştır denilebilinir. Kapitalist bir toplumda, dinsel argüman ve sembollerin, toplumsal, dilsel anlatısı ve bir gösterge sistemine dönüşmesi, nesnelerin toplumsal, dilsel anlatasının, göstergeler sistemini karşıt anlamda bütünler. Şeyleşmiş bir dünyanın soğuk, yabancılaştırıcı ayazına karşı, insanı sarıp sarmalayan bütün benliğini kuşatan bir dinsel dünyanın sıcak, koruyucu bir ruhu gereksinir, tıpkı Marx'ın dini ''kalpsiz dünyanın kalbi olarak'' tanımlaması gibi. Narsistik tüm güçlü arzular, majik -büyüsel özellikler karışmış, dinsel-totaliter anlatıların tüm güçlü arzuları, söylenceleri ile çakışır. Bir toplumsal ilişki biçimi olarak nesnelerin ve toplumsal ekomik-üretim ilişkisinin kapitalizmin geldiği aşamada tıpkı bir dilin yapılanması gibi, göstergesel bir biçim aldığı söylenebilir. Kapitalizmin görece ilk zamanlarında yoğun olarak yaşanan meta fetişizmi, bir bakıma geç kapitalist toplumlarda göstergeler fetişizmine dönüşebilmektedir.