”Kendini sevmek” kavramı bir o kadar alışmış ama bit o kadar da özümsenmemiş sanırım… Öyle ki alışverişin, cilt bakımının, masajın, sporun, öz bakımın, kendine çiçek almanın, yemek ısmarlamanın kendini sevmek olduğuna dair inanışlar olduğunu görüyorum. Peki diyorum bunlar kalsın… Zaten tüm bu alanları da kolay elde etmedi toplumda kadın. Ancak öz sevgi için, öz şefkat için hiçte yeterli değil. Bu yıkık dökük bir binanın dış cephesini ihtişamlı taşlarla kaplamaya, bahçeyi süslemeye benzer. Oysa binanın içine girdiğinizde harabeyle karşılaşırsınız. Demek ki kendini sevmek dediğimiz şey çok daha içsel, kendini kabul etmeyle ilgili bir şey. Kendimizi olduğumuz halimizle kabul etmeyişimiz sanırım bizi sevgisiz bırakıyor.
Ve insanın kendini sevmesi ve beğenmesi aslında çok zordur çünkü içimizdeki canavar doymak bilmez. Ne yaparsak daha fazlasını ister. İdeal bir resim koyar önümüze ve der ki; “Bak sen o resimdeki gibi değilsin hala eksiksin. O resimdeki kadar başarılı, yetenekli, yeterli değilsin eksiksin. Daha iyi yemek yapmalısın, daha iyi anne olmalısın, daha iyi eş olmalısın, daha çok bilmelisin, daha zayıf olmalısın, daha güzel olmalısın, çünkü sen olduğun halinle yeterince iyi değilsin.” Ve eğer iyi olmazsan kendine, “Bravo sen bu işi iyi yaptın” demezsin ve dolayısıyla güçlü hissetmezsin ve güçlü hissetmezsen de ihtiyacın olan sevgiyi kendine vermezsin…
Günümüz toplumunda ancak başarılı olursak kendimi kabul ediyoruz. Tıpkı geçmiş dönemlerde uslu çocuk olduğumuzda takdir gördüğümüz gibi… O zamanlar kabul görülüp görülmeyişimiz ne kadar uyumlu akıllı uslu sorunsuz ve başarılı oluşumuza bağlıydı belki ama artık bu koşulu koyan kim? Galiba beynimize bunu hatırlatmamız gerekiyor değil mi? “Kendini sevmek için kabul etmek için koşullara ihtiyacın yok…”! “Sen olduğun halinle yeterlisin. Yeterince iyi anne, eş, arkadaş, ev temizleyici, yemek yapıcı olamayabilirsin. Yani yavaşlayabilirsin, koşturmak zorunda değilsin…” Çünkü bizler her şeyin üstesinden gelemeyiz. Mükemmel olamayız. Mükemmel olmadığımızı kabullendiğimizde ve eksiksiz olma çabasına girmediğimizde sevginin tohumunu atarız işte içimize. Geriye o tohumu sulamak kalır.
Neyle sularız biliyor musunuz? Hatalarımızla, eksiklerimizle, iyi olmayan yanlarımızla daha doğrusu tamda bu eksiklerimize şefkatle yaşlaştığımızda işte bu tohumu sulamış oluruz. İşte o zaman filizlenir sevgi tohumu. İyi olmayan taraflarımıza şefkatle yaklaştığımızda.
Hani hepimizin içinde bir aslan yatar ya, hep olmak istediğimiz ama bir türlü olamadığımız ideal insandır o. Belki de aslan değilizdir. Tavşanızdır, kurbağayızdır, kaplumbağayızdır. Bebekleri düşünün her bebek kendi mizacıyla doğar içe dönük, dışa dönük, hareketli, sakin, gözlemci, aktif vs. Ama büyürken nasıl da tek kalıba sokarız biz tüm çocukları. Bu kalıbın adı da uyumlu olmak, sorunsuz olmak, sağduyulu, anlayışlı, yardımsever olmak vs. sonra iç sesini kaybeden mizacını tanımayan ve idealdeki aslan olmak isteyen yetişkinlere dönüşüyoruz. Basmakalıp yetişkinler.
Önce bir kendimizi keşfedelim tanıyalım, kapasitemizi öğrenelim, birimiz hem eviyle hem çocuğuyla hem okuluyla hem de işiyle ilgilenebilirken bir diğerimiz için bu çokta mümkün olmayabilir. Fakat bunu başarılı ya da olmamak olarak adlandırdığımızda kendimize haksızlık ediyoruz ve her birimizin güçlü yanları hayatın farklı yerlerinde saklı olduğunu kaçırıyoruz. Maalesef bizler diğerlerinin görünen iyi yanlarına odaklanmaktan kendi hazinelerimizi keşfedemiyoruz. Öyleyse diyorum ki; Kendi hazinelerimizi keşfedeceğimiz yolculuklarımız olsun…