Haset Nasıl Oluşur? İlişkileri ve Terapiyi Nasıl Etkiler?
Psikanalist Melanie Klein, kuramında haset duygusuna geniş bir şekilde yer verir. Analizlerine dayanarak haset duyulan ilk nesnenin anne memesi olduğunu söyler. Buna göre bakıma ihtiyaç duyan bebeğin ihtiyaç duyduğu nesne(meme), kendisinde değil, bir başkasındadır. Başkasında olan süt, ihtiyaç duyduğu zaman kendisine verilmediğinde kötü nesne, zamanında ve yeterli olarak verildiğinde ise iyi nesne olarak algılanır. İhtiyaç duyduğu ama istediği zaman kendisine verilmeyen memeye karşı nefret duygusu, memeyi yok etme, ona zarar verme arzusu ortaya çıkar. Bu durum, yeterince beslenmediğini düşünen bebekte haset duygusuna yol açar. Buna karşın bebeğin yeterince beslenmesi, haset duygusunun yaşanmasını önlemeye yetmez. Çünkü bebeği doyuran süt, tatmin edici düzeyde olsa bile hala bir başkasındadır ve bebek, o süte tümüyle sahip olamayacaktır. Bu türden bir haset, kişinin suçluluk hissetmesine yol açabilir. Suçluluğa yol açan temel neden, besleyici nesneye karşı hissedilen hasettir. Haset ve kıskançlık, benzer duygular gibi görülse de aralarında farklılık vardır. Haset iki kişi arasındaki (haset eden ve haset edilen) bir duygudur. Kişi, kendisinde olmayanın, başkasında olmasına haset duyar. Kıskançlıkta ise üçüncü bir kişinin varlığı söz konusudur. Kişi, kendi hakkı olan şeyin, başkası tarafından elinden alındığına veya alınma tehlikesi olduğuna inanır. Annesini, kardeşinden kıskananm çocuk, bu duruma örnek olarak verilebilir. Crabb’e göre kıskançlık, elinde olanı kaybetmekten, haset ise kendi istediğinin bir başkasında olduğunu görmekten dolayı duyulan acıdır. Haset eden kişi, haz ve memnuniyet görüntülerinden sıkıntı duyar. Başkasının yaşadığı sıkıntılara sevinir.
Klein’a göre; aşırı haset, oral doyumu engeller ve engellenen oral doyumun yerine genital arzu ve eğilimler artar. Yani çocuk erken dönemde tatmini, genital doyumda aramaya başlar. Bu da oral ilişkinin genitalleşmesine ve genital eğilimlerde oral endişelerin yaşanmasına yol açar. Yani tatmin edilmemiş oral ihtiyaçlar(beslenme, sevgi, şefkat vs), genital doyumun yaşanmasını engelleyebilir ve saplantılı cinsel eylemlerin ortaya çıkmasına yol açabilir. Bazen bebek, ihtiyaç duyduğu sütün geç gelmesinden ötürü yoğun bir üzüntü ve hayal kırıklığı yaşar. Bu duygularla başa çıkabilmek için de sütü reddeder. Aslında sütü hala istiyordur ama hissettiği duygular nedeniyle zevk alamaz ve tepkisel olarak sütü reddeder. Yani bebek, bir tür “küstüm, oynamıyorum” der ve kendini kapatır. Benlik, zorlayıcı her türlü duyguya karşı savunma mekanizmalarıyla kendini korur ve kaygı ortaya çıktığında tüm savunma sistemlerini devreye sokar. Bu savunmalardan biri, nesneyi idealleştirmedir. Klein’a göre, bazı insanlar aşırı hasetten ötürü nesneyi idealleştirme yoluna giderler. Çelişkili gibi görünse de idealleştirme, hissedilen hasede karşı bir savunmadır ve zulmedilme kaygısından kaynaklanır. Kişi, nesneyi ve nesnenin sunduğu hediyeleri yüceltip idealleştirerek, hem nesneye duyduğu hasedi azaltmaya çalışır, hem de nesneden gelecek olası zararlardan kendini korumuş olur. Sevme yeteneği zayıf olan kişilerde, idealleştirme ihtiyacı daha fazladır. Hasede karşı bir diğer savunma, değersizleştirmedir. Değersizleştirme nesneye de yönelebilir, kişinin kendisine de. Değersizleştirme nesneye yöneldiğinde, kişinin gözünde nesnenin önemi azalır veya biter. Bu nesne daha önce idealleştirilmiş nesne dahi olsa. Böylece nesne, haset duyulacak bir nesne olmaktan da çıkar. Yani; “kedi uzanamadığı ciğere mundar der” hesabı. Değersizleştirme benliğe yöneldiğinde ise, kişi kendi yetenek ve becerilerini ortaya koymaktan ve rekabete girmekten kaçınır, sahip olduğu becerileri değersizmiş gibi görür. Bu durum, daha çok depresif kişilere özgü bir tutumdur. Kişi kendi benliğini değersizleştirerek ötekine duyduğu hasedi yadsımış, bilinçdışında bulunan hasedinden ötürü kendini cezalandırmış ve başkalarıyla kurduğu ilişkilerin hasetten ötürü zarar görmesini önlemiş olur. Kendini değersizleştirdiğinde, başkaları tarafından haset duyulacak bir şeyi olmadığı için ilişkileri de zarar görmemiş olur. Bebeğin, anne memesiyle kurduğu ilişki, gelecekteki ilişkilerini ve duygularını etkiler. Çünkü bebek için meme, sadece karnını doyurmasını sağlayan bir besin kaynağı değil, aynı zamanda korktuğu ve kaygılandığında sakinleşmesini sağlayan güven nesnesidir. İhtiyaç duyduğunda annesinin memesine erişebilen bir bebekte güvenle birlikte sevgi duygusu gelişir. O yüzden annenin bebeğini nasıl emzirdiği, emzirirken hangi duyguları (keyif alma veya sıkıntı duyma) hissettiği önemlidir. Örneğin ihtiyaç duyduğu sütü geç veren bir anneye karşı bebek, verilen sütü reddetme veya memeyi
kızgınlıkla ısırma gibi tepkilerde bulunabilir. Bu durumun benzeri, yetişkinlikteki ilişkisinde ihtiyaç duyduğu şeyi ona vermeyen kişiye karşı yeniden ortaya çıkabilir. Kişide, istediğini ona vermeyen ötekine karşı kızgınlık hissedip agresif tepkiler verme veya kendisine verileni kabul etmeyip ilişkiden uzaklaşma tutumları görülebilir.
Memeyle ilişkide bebeğin haz duyabilmesi, sonraki yaşamında kurduğu ilişkilerde haz duyabilmesini kolaylaştırır. Bebeğin beslenmesinde duyduğu hazzı tekrar tekrar yaşaması, ona sütünü veren anneye karşı sevgi ve şükran duygularının ortaya çıkmasını sağlar. Şükran duygusu, cömertlik duygusunun da yaşanmasına yol açar. Çünkü kişi, kendisine sunulan ikramların sağladı doyumu, başkalarıyla da paylaşmaya yönelir.
Bu örneklerin benzeri terapi odasında danışan ve terapist arasında da görülebilir. Bugün yaşanan tüm ilişkilere, geçmişteki ilişkilerin gölgesi düşer. Geçmişte annesinden istediği doyumu alamayan kişi, o dönem sergilediği tutumun benzerini, farkına varmadan bugünkü ilişkilerinde de tekrarlar. Örneğin terapi süresini yeterli bulmayan danışan, terapi süresini uzatmadığı veya yeterli yorumda
bulunmadığı için öfkelenebilir. Çünkü terapist, danışan için gerekli olan bilgiye sahiptir ve kendisinden bu bilgiyi esirgiyordur. Tıpkı geçmişte süte sahip olan annesinin istediği sütü kendisine vermemesi gibi. Bu durumla birlikte geçmişteki savunma mekanizmaları yeniden canlanır, terapisti değersizleştirme ve/ya terapiyi bırakma görülebilir. Yani küçükken istediğini alamayan kişinin,
istediğini vermeyen ötekine karşı davrandığı gibi davranır. Terapistle kurulan ilişkide, geçmiş ilişkilerin benzeri yeniden ortaya çıksa da bu kez sonuç farklı olur. Danışan, daha önce üstesinden gelemediği için yok saydığı veya bastırdığı duyguları görmeye ve kabul etmeye başlar. Bunları fark eden danışanın terapistle kurduğu güven ilişkisi nedeniyle diğer insanlarla olan ilişkilerinde güvenme, sevme ve şükran duyma becerileri gelişir. Yani filmin sonu, önceki gibi hüsranla değil, mutlu bir şekilde biter.