ERVİNG GOFFMAN'IN DRAMATURJİ KAVRAMI BAĞLAMINDA AİLE KURUMU İNCELEMESİ
ÖZET
Dramaturji kavramı, sanatsal açıdan önemli olduğu kadar, sosyolojik açıdan da önemli bir kavramdır ve sosyolojik açıdan da araştırmalara konu olmuştur. Goffman, günlük yaşam gerçekliğini bir tiyatro sahnesine benzeterek toplumsal benlik sahibi bireylerin, günlük yaşamda benliklerini birbirlerine rollere bağlı olarak sunduklarını ileri sürmüştür. Bu çalışmada Goffman'ın Dramaturji kavramını nasıl tanımladığı ele alınacak ve bu kavram bağlamında Aile Kurumu incelemesi yapılacaktır.
Anahtar Sözcükler: Dramaturji, İzlenim yönetimi, Arka sahne, Ön sahne, Aile Kurumu İçinde Dramaturji
1.GİRİŞ
Erving Goffman 1922 yılında Kanada'da dünyaya gelmiş bir sosyal bilimcidir. Çalışmalarını insan davranışları ve ilişkileri üzerinde yoğunlaştırmıştır. Goffman, sosyal ortamlarda iken insanların dışarıdan nasıl bir izlenim yarattıklarını kontrol edip, yönlendirdiklerini öne sürmektedir. İnsanlar, sosyal ortamlarda iken yalnız olduklarından çok daha farklı davranmaktadırlar ve bunu yaparken sohbetin gidişatını planlamaktadırlar. Goffman insanların bu davranışları dramaturji denilen bir süreçte sergilediklerini öne sürmektedir. Dramaturji iki aşamadan oluşur: Ön ve Arka Bölge diğer adı ile Sahne Önü ve Sahne Arkası. Bu çalışmanın amacı sahne önündeki insanların, sahne arkasına ışık tutarak aslında olanı yansıtmaya çalışmak olmakla birlikte; aile kurumu içerisindeki ön ve arka sahneleri de olduğu gibi yansıtabilmektir.
İnsanlar bilinçlidir ve kendi düşünce ve eylemleri üzerinde düşünme yetileri vardır. Bu durumda davranış ve etkileşimlerini şekillendirebilirler. Etrafımızdaki nesneler ile nasıl etkileşim kuracağımıza karar verebilmek için kendimiz ile etkileşim kurabilme yetimiz önemlidir. Her sosyal ortamda belli kurallar mevcuttur ve insanlar içinde bulundukları ortamda kabul görmek ve onaylanmak için, sınırlar dahilinde eylemlerini şekillendirirler.
“Aslında, modern düşünceyle uyumlu olarak Goffman açısından kurallar, insanların toplumsal etkileşim içinde kullandıkları hem kısıtlamalar hem de kaynaklar olabilir.”(Ritzer ve Stepnisky, 2018: 222) Bir örnek vermek gerekirse: üniversiteye yeni başlayan bir öğrenci, kendisini dersten sonra okey oynamaya davet eden arkadaşlarına, aslında okey oynamayı sevmese de hayır demiyor. Okey oynamayı sevdiğini iddia edip onlarla birlikte gidiyor. Bunun sebebi o öğrencinin arkadaşları tarafından kabul görmek, sevilmek ve onaylanmak istemesidir. Oysa eve gittiğinde okey oynamanın zaman kaybı olduğunu düşünüp, kitap okuyordur. Ön sahne bir nevi insanların kendilerini aslında olmadıkları biri gibi sergiledikleri yerdir. İnsanlar her gün birçok ön ve arka sahnede bulunurlar. Sınıf içerisinde bir ön sahnede iken lavaboda, ofiste, otobüste, parkta, pazarda, metroda, asansörde, vb. yerlerde de yine ön sahnede performans sergilenmektedir. Bir akademisyenin ofisinde tek başına iken arka sahnede iken, içeri öğrencisi girdiğinde ön sahnede olabilir. Öğrenci dışarı çıktığında yeniden arka sahnede olmaya devam eder.
Yani ön ve arka sahne içinde bulunulan duruma göre değişkenlik gösterebilir. Bir yer sadece ön ya da arka sahne olmak zorunda değildir.
İnsanlar kendilerini arka sahnede iken daha rahat hissederler ve daha rahat davranışlar sergilerler. Sadece kendileri olabilirler, tıpkı bir tiyatro oyuncusu gibi ön sahne için hazırlık yapabilirler. Olumsuzluk yaşayabilirler ve buna oldukça doğal tepkiler verebilirler. Oysa tüm bu davranışları ön sahneye yansıtmadan arka sahnede bırakarak ön sahneye çıkarlar. Usta bir oyuncu gibi, rollerine adapte olarak davranış sergilerler. Arka sahnede yaşanılan tartışmalar, krizler, stres, vb. şeyler ön sahnedeki davranışlara yansıtılmaz. Seyirciye yansıtılan rol ne ise ondan ibarettir ön sahne. İnsanlar dışarıdan nasıl göründükleri ile yakından ilgilenirler, bunu kontrol ederek yönlendirirler. Tam da bu noktada izlenim yönetimi denilen durum ortaya çıkar. Seyirciye yansıtılan rolün, yansıtıldığı gibi anlaşıldığına inanırlar ve seyircilerin de kendi istedikleri gibi davranacaklarını umarlar.
“Goffman’ın en enteresan görüşleri etkileşim alanındadır. İnsanların ön-sahne performanslarında kendilerini en ideal biçimde sunmaya çalıştıklarını savunur. Aktörler performanslarında bazı şeyleri saklamak zorunda olduklarını düşünürler.” (Ritzer ve Stepnisky, 2012: 121)
Örneğin, evinde kendine kahve yapan bir birey sosyal meyda hesabına içeceği kahvenin fotoğrafını yüklerken, kahvenin döküldüğü tarafı değil de bardağın temiz tarafını fotoğraflayarak arkadaşlarına sunmak istediği görüntüyü paylaşıyor. Bu günümüz şartlarında birçok durum ve insan için söz konusudur. Mesela fazla kilolarından memnun olmayan bir bireyin sosyal medya hesabında fotoğraf paylaşırken foto montaj yapması da insanların dışarıdan yarattıkları izlenim ile ne kadar ilgili olduğunun bir göstergesi olabilir. Bu durumun altında yatan sebepler kabul görmeme, onaylanmama korkusu olabilir.
Bir performansın esas amacı sahnelenen rolün özelliklerini ifade edebilmektir. Bu doğrultuda bir meslekte, bürokraside veya zanaatta aktör, profesyonel bir şekilde davranışlarına enerji katar. Fakat bu davranış aktör ile ilgili nasıl bir fikir iletiyor olursa olsun, nihai amaç sunulan ürün veya hizmet hakkında olumlu bir izlenim yaratmaktır. Aktörün kişisel vitrin kullanmasının nedeni kendini göstermek istediği gibi sunabilmesine olanak sağlamaktan ziyade görünümünün ve davranışının daha geniş kapsamlı bir sahnede işe yarayabilmesidir. Bu perspektiften bakıldığında şehir hayatının kendini geliştirmiş ve düzgün diksiyonlu bireyleri, kendileri için olduğu kadar, temsilcileri olduğu kurum için de bir vitrin oluştururlar. Bireyler bağlı oldukları kurum içerisinde bir takım çalışması yürütürler. Bu hem iş hayatında hem okul hayatında hem de aile hayatında bu şekildedir.
Çok fazla farklı performansın az sayıda vitrin ile sergilenmesi yönündeki eğilimin toplumsal örgütlenmede doğal bir gelişme olduğuna inanmayı sağlayan nedenler vardır. “Radcliffe-Brown her bir bireye özel bir yer veren “betimleyici” ilişkiler sisteminin küçük topluluklarda güzelce işleyebildiğini ama kişilerin sayısı arttıkça daha az karmaşık bir belirleme ve davranış sistemi sağlama açısından klanlara bölünmenin gerekli geldiğini iddia ederken bunu söylemek istemiştir.” (Brown, 1931: I,440)
Toplumun küçük birimlerinde sergilenen vitrinin daha profesyonel olduğunu söyleyebiliriz. Sergilenen sahnede birey sayısı az iken role adaptasyon, iş birliği ve aktörler arası hakimiyet daha akıcıdır. Ancak bireylerin sayısı arttıkça bu süreç daha da zorlaşır ve sergilenmeye çalışılan vitrin sekteye uğrar. Bu da izlenim yönetimini güçleştirir ve aktörler rollerine hakim olmakta zorlanırlar.
1.2 Aile Kurumunun Tarihsel Gelişimi:
Yaşam serüveninin başlangıcından bu yana aile, her toplumda sağlıklı bir toplumsal hayatın temelini oluşturmuştur. Herkesin bildiği gibi toplumun en küçük yapı taşıdır. Her toplumun temelini oluşturmakla birlikte insanı, topluma ve hayata hazırlayan ilk sosyal çevredir. İnsanların yaşamlarını idame ettirdikleri ilk sosyal çevre olmakla birlikte toplumun sürekliliğini de sağlamaktadır. Aile kurumu tarihsel süreç içerisinde değişikliklerden etkilenmekle birlikte varlığını koruyarak bir dönüşüme uğramıştır. Bu dönüşüm toplumsal etkiler barındırdığı gibi küresel bir düzlemde de gerçekleşmiştir. Aile kurumu tarihsel süreç içerisinde dini ve geleneği meşru bir destek olarak görmüş ve sosyal yaşamı düzenleyen bu kurumlar tarafından korunmuştur. Aynı zamanda bu değerlerin nesiller arası aktarımını sağlayarak hem bu kurumların hem de sosyal yaşamın düzeninin sürdürülebilirliğini sağlamıştır. Sanayi devrimi öncesinde 17. ve 18. yüzyıllarda aile, epeyce önemli bir üretim birimi idi. Üretim, ev içerisinde veya evin bitişiğinde olan arazide yapılırdı ve üretime evin bütün bireyleri dahil olurdu. Ancak Aydınlanma, Sanayi Devrimi, ve Modernizm ile birlikte yaşanan sosyo-ekonomik dönüşümler aile üzerinde oldukça etkili olmuştur. Bu etkinin en belirgin yansıması, üretimin ev içerisinde veya evin bitişiğinde olmaktan çıkıp, evin bireylerinin farklı noktalarda ve birbirlerinden bağımsız bir şekilde iş gücüne katkı sağlamasıdır. Sunduğu yaşam tarzı ile modernizm geleneksel dönemde korunan aile değerlerinin zayıflamasına neden olmuştur. Günümüz aile kavramına bakmak gerekirse: aile varlığını korumak ile birlikte kendi içerisinde ciddi değişimlere tabii olmuştur. Bireylerin yaşadığı dönüşüm neticesinde farklı aile türleri ortaya çıkmıştır. Buradan hareket ile aile kurumunun ilerideki seyrinin ne olacağına dair, aile kurumunun ortadan kalkıp kalkmayacağına dair güçlü endişeler mevcuttur. Bu endişeler yersiz değildir. Tek ebeveynli aileler, babasız çocuklar, eşcinsel evlilikler giderek artmakta ve aile kurumu dönüşmektedir.
“Tek ebeveynli ailenin yaygınlık kazanması, eşcinsel evliliklerin artması, kiralık anne olarak ifade edilen ve kadını adeta “kuluçka makinesi” olarak gören anlayış gibi nedenlere bağlı olarak aile yeniden tanımlanmaya ve izah edilmeye çalışılmaktadır.” (Şişman, 2007: 588)
Modernizm ile birlikte kadının kamusal alandaki varlığı ve ev içi ücretsiz emeği bir nebze de olsa görünür kılınmıştır. Halen kadın erkek eşitsizliği gerek kamusal alanda gerek ev içerisinde sürmektedir. Erkeklerin kadınlar ile aynı iş yükü altında olmalarına rağmen kadınlardan daha yüksek maaş aldıklarına çoğu yerde rastlanmaktadır. Duygusallığın, içgüdüsel davranmanın ve anneliğin kadına kutsal bir görev olarak atfedilmesi yalnızca toplumsal bir değerdir. Aynı zamanda baba figürünün güçlü, mücadeleci, kamusal alanla ilişkili olması durumu da toplumsal olarak atfedilmiş bir roldür. Tüm bunlar insanların yüklediği birer anlamdan ibarettir. Anne-baba figürlerine yüklenen anlamlar geçmişten günümüze bir dönüşüm içerisindedir. Bir kadın kamusal alanda oldukça başarılı bir iş gücü sağlayabilir. Ve bir erkek ev içi emek söz konusu olduğunda sorumlu bir birey olabilir. Tüm bunlar toplumsal olarak “öğrenilmiş rollerdir”, tıpkı dünyaya gelen bir bebeğin cinsiyetine göre erkek çocuk ise mavi, kız çocuk ise pembe kıyafetler ve eşyalar seçilmesi gibi. Oynayacakları oyuncaklar bile onlar doğmadan bellidir. Kız çocuklarına Barbie bebek verip, büyüdüklerinde araba kullanmaları üzerinden olumsuz yargıda bulunurken bunun aslında toplumsal bir nedene bağlı olduğu gerçeği fark edilmiyor.
Aslında gündelik hayatta karşılaşılan ve basit olarak nitelendirilen durumlar, toplumsal olarak inşa edilen rollerin karmaşasıdır. “Geleneksel aile modelinde kadının kamusal alanda çalışması, evin geçimini sağlaması, aile için evin dışında mücadele etmesi, annenin görevi olarak görülmemektedir. Bu görevler babalık ile özdeşleştirilir. Babalık, güçlü olma, mücadeleci olma, girişken olma, iddiacı olma, ile ilişkilendirilerek kurgulanırken, duygusal olma, şefkatli olma, gibi özellikler babalık kavramından uzak tutulur.” (Aktaş, 2013) Bireyler onlara atfedilmiş rolleri usta bir oyuncu gibi sergileme çabasındadırlar. Aile kurumu içerisinde geleneksel bir aileyi örnek olacak olur isek; otoriter ve kamusal alanla ilişkili bir baba figürü iken, ev içi ücretsiz emek sarf eden, çocuklara bakım veren konumunda olan annedir. Ve bireyler toplumsal olarak onlara atfedilmiş bu rolleri sahiplenip ona göre davranış sergilerler. Atfedilen roller toplumun en küçük kurumu olan aile ile birlikte öğrenilir ve atfedilmiş bu rollerin değişime uğradığı yadsınamaz bir gerçektir. Buna rağmen halen geleneksel aile modeli ve ataerkil düzen de varlığını sürdürmektedir.
1.3 Dramaturji Kavramı Bağlamında Aile kurumu
Dramaturji kavramını incelerken belirtildiği gibi bireyler, gündelik hayatın içerisinde olduğu gibi aile kurumu içerisinde de ön ve arka sahneler çerçevesinde oluşturdukları vitrin dahilinde rol sergileyen aktörlerdir. Ebeveynler çocuklarına kültürel aktarım yolu ile kendi anne-babalarından gelen kültürel aktarımı harmanlayarak iletirler. Bir birey içerisine doğduğu ailenin dini, dili, kültürü, siyasi görüşü ve aile kurumuna atfettiği anlam ne ise onu öğrenerek ve benimseyerek yetişir. Anne toplumsal olarak üzerine biçilen rol ne ise onu yerine getirmek ile yükümlü iken baba da aynı şekilde üzerine biçilen rolü yerine getirmek ile yükümlüdür. Çünkü ikisi de içlerine doğdukları ailelerden ve toplumdan bunu öğrenmişlerdir. Öte yandan kadınlar ataerkil sistem içerisinde çoğu zaman uğradığı eşitsizliği ve haksızlığı sessizliği ve ona biçilmiş rolü kabullenmesi ile de yeniden üretir. Oysaki tüm bunlara dur diyebilme gücüne de sahiptir. Bunu yapabilen, yani kendini gerçekleştirebilen kadınlar azınlıktadır. İçindeki potansiyelin farkına varıp, kendini bir erkeğin gölgesi olarak görmekten çıkıp, birinin eşi yahut annesi olmadan da anlamlı ve önemli olduğunu anlayıp kendi olabilme özgürlüğüne her kadın layıktır.
Geçmişten günümüze kadar uzanan bir atasözü ile aile kurumu içerisindeki arka ve ön sahneleri inceleyecek olursak; “Kol kırılır, yen içinde kalır” deyimi, tam anlamı ile aile kurumu içerisinde yaşanılan olumsuzlukların aile içerisinde kalacağını açıklar niteliktedir. Aile ortamında yaşanılan olumsuzluklar, her türlü şiddet, ihanetler vb. şeylerin dışarıya yansıtılmadan ailenin kendi içerisinde çözümlenmesi gerektiğine yöneliktir. Ancak bu söylem bir bakıma olumsuzlukları besler bir niteliğe de sahip olabilir.
Çünkü kendi içerisinde psikolojik, cinsel, fiziksel, duygusal, ekonomik şiddete veya en az birine maruz kalan aile bireyleri sessiz kalırken yaşadıkları durumun devamlılığını da sağlamış olurlar. Bu da hem aile kurumuna hem de şiddete maruz kalan bireye bir tehdit oluşturur. İnsanlar dışarıdan nasıl göründükleri ile ciddi derecede ilgilenirken kol kırılıp, yenin içeride kalması izlenim denetimi açısından da koruyucu bir söylem oluyor.
Tam da bu noktada akla Foucault’nun “söylem analizi” geliyor. Foucoult söylemlerin kitleler üzerinde epeyce etkili olduğunu savunuyor.
“Söylemin üretimi, her toplumda, görevleri onun gücünü ve tehlikelerini önlemek, belirsiz olagelişlerini dizginlemek, ağır, korkulu maddiliğini savuşturmak olan bir takım yollarla, hem denetlenmiş hem ayıklanmış, hem de örgütlenmiş ve yeniden paylaştırılmıştır.”(Faucoult, 2016:68)
Toplumsal söylemlerindeki özne tamamen söylemseldir. Bu noktada insan, tam da bu söylemlerdeki taktiklerin, stratejilerin ve programların öznesidir. “Foucault’nun öznesi sadece söylemlerde vardır, ama kurucu bir unsur olarak değil, söylemler aracılığıyla kurulmanın bir unsuru olarak vardır. Bu öznelerin tarihi aynı zamanda söylemlerin tarihleriyle de ilişkilidir. İşte bu nedenle modern özne, tarihsel yerine
kendine has ve dolayısıyla da sadece bizim modernliğimizde anlamlıdır.” (Tekelioğlu, 1999: 83-84) Söylem en önemli sembolik araç olan dil yolu ile somut bir hal alır. Foucault’nun söylem analizinden hareket ile kol kırılır, yen içinde kalır atasözünü incelendiğinde yapılmak istenen daha iyi görülüyor. Aile kurumu içerisinde yaşanan olumsuz olaylar da genellikle sahne arkasında bırakılmaya çalışılır, tıpkı bir tiyatro oyuncusunun kulisinde yaşadığı olumsuz olayları orada bırakıp seyirci önünde rolüne adapte olması gibi. Eşler ve çocuklar yaşanan olumsuzluklar üzerine aile dışından birisi eve geldiğinde hiçbir şey olmamış gibi davranmaya çabalarlar. Bu bir şiddet olsa bile ancak somut bir belirtisi olduğunda arka sahnede bırakılamayacak bir boyuta ulaştığında gizlenemez. Yine başka bir örnek verecek olursak; evine misafir çağıran bir aile yemeğini hazırladığı mutfak ortamını kendisi kontrol ederek servis aşamasını üstlenmek niyetindedir. Misafir için mutfak arka sahnedir, ev sahibi için ise ön sahneye hazırlandığı bir arka sahnedir. Bazen arka sahneye seyirci de dahil olabilir bu da ev sahibinin hoşuna gitmeyebilir, tıpkı bir oyuncunun kulisine seyircisinin girmesinden rahatsız olabileceği gibi. Arka sahne dağınık ve kirli olabilir ve ev sahibi olan aktör, seyirci olan misafirin o görüntüyü görmesini istemeyebilir. Çünkü seyircinin arka sahneye dahil olması oyunun gidişatını, yani misafirin ev sahibi hakkındaki fikrini olumsuzlaştırabilir. Aile kurumu içerisinde yaşanılan olumsuzluklar dışarından biri ev ortamına dahil olduğunda gizlenmeye çalışıp sanki hiçbir şey olmamış gibi yansıtıldığında burada izlenim denetimi durumu söz konusudur. Dışarıya harika bir aileyiz izlenimi verme çabası gerek eşler, gerek ise çocuklar arasında oluşur. Ön sahne tiyatro dekoru gibi süslü ve şatafatlıdır. Arka sahne ise çoğu zaman gürültülü ve streslidir. Ancak bu gürültü yalnızca o duvarlardan dışarı taşabildiği taktirde ön sahnede vücut bulabilir.
Farklı örnekler üzerinden gidecek olursak; aile bireylerinden biri alkol veya madde bağımlısı olduğunda bu durum ev sınırları içerisinde mümkün olduğunca gizli tutulmaya çalışılır. Hiç kimse etiketlenmek istemez. Bunun altında yatan sebeplerden biri de el alem ne der korkusudur. Bağımlı bireyin bağımlılığı için tedavi görmesi hem onun yaşına hem de isteğine bağlıdır. Ve bu süreç çok sancılı bir süreçtir. Hem bağımlılığı olan bireyi hem de ailenin diğer bireylerini bir hayli olumsuz etkiler. Ancak bağımlılık arka sahnede bırakılabilecek kadar basit düzeyde bir sorun olmadığından ön sahneye yansımaması zordur. Bu da aile fertlerinin hoşuna gitmeyen bir durumdur. Ekonomik krizler, psikolojik rahatsızlıklar da aile fertleri arasında kalması istenen sorunlar arasında olabilir.
Aile kurumu içerisindeki bireyler, birbirlerinin olumsuz yanlarının farkındadırlar. Ancak dışarıdan biri ev ortamına dahil olduğunda aile için olumsuz bir vitrin oluşmasın diye bir hayli çaba sarf ederler. Yani tıpkı bir tiyatro gösterisinde olduğu gibi takım çalışması yürüterek, her aile ferdi üzerine düşen rolü yerine getirmeye çalışır. Bazen aile bireyleri arasındaki takım çalışması sekteye uğrayabilir.
Bu da izlenim denetimini güçleştirdiği gibi aktörler tarafından arka sahneye dair ip uçlarının seyircilere verilmesine neden olabilir ve aktörlerin seyirciye yansıtmaya çalıştıkları senaryonun farklı algılanmasına neden olabilir. Her sahnenin farklı bir senaryosu vardır. Bir rolden diğerine geçerken aktörün, farklı bir senaryoya geçtiğinin farkında olması son derece mühimdir. Bu durumda her sahnenin karakteri, mimikleri ve diyaloğu farklı olduğundan hangi sahnede, hangi diyaloğa göre hareket edeceğini şaşıran aktörler büyük bir performans hatası sergilerler. Aile kurumu kendi içerisindeki olumsuzlukları hazmetmek ve gizlemek çabasında iken gerçekleşen bir performans hatası aile içindeki bireylerin tepkisine neden olabilir. Çünkü aktörler seyirciler karşısında olumsuz bir duruma düşmüştür ve bu durum aktörler tarafından toparlanmalıdır. Sanki önemsiz bir şeymiş gibi gösterilebilir, öyle bir şey yaşanmamış gibi davranılabilir. Seyircinin dikkati farklı bir alana çekilebilir. Görüldüğü üzere takım çalışması ve bireyler arası uyum son derece mühimdir. Bireyler sadece toplumun anlam yüklediği standartlara uymak içinde oynayabilirler. Ancak bireyler, gündelik hayatta sadece sembolik veya maddi çıkarlar doğrultusunda değil, çevreden gelebilecek tepkiler dahilinde eylemlerini gerçekleştirirler. Bir bireyin görünüşünü önemsediği ne kadar fazla insan var ise o kadar çok birbirinden farklı toplumsal benliği olduğu anlayışına varılabilir.
1.4 SONUÇ:
Goffman’a göre insanlar dramaturji denilen bir süreçte davranışlar sergilemektedirler. Ön ve arka sahne dahilinde meydana gelen davranışların temeli toplumun en küçük birimi olan aile kurumu içerisinde atılır. Gündelik hayatın içerisinde sergilenen tavırlar ilk olarak aile kurumu içerisinde öğrenilir, eğitim ve öğretim yolu ile pekiştirilir. Her birey içine doğduğu ailenin değerlerine göre davranış sergilemeyi deneyimleyerek öğrenir. İnsan davranışları dışarıdan gelen tepkiler dahilinde şekillenir ve insanlar için dışarıdan nasıl göründükleri son derece mühimdir. İzlenim denetimi insana dışarıdan nasıl göründüğünü kontrol etme fırsatı tanır. Bu sayede aktörler seyirciler üzerindeki inandırıcılıklarını denetlemektedirler. Aktörler ilk olarak oynadıkları role kendileri inanırlar. Bu durum rolün inandırıcılığı açısından da son derece önemlidir. Oynadığı role kendisi inanmayan bir oyuncu ne derecede o rolü yansıtabilir ki? Bir tiyatro sahnesinde aktör, sahne arkasında yaptığı hazırlıkları ve olumsuzlukları ön sahnele yansıtmaz. Mühim olan sergileyeceği roldür ve sadece üzerine düşen rolü en iyi şekilde oynamaya odaklanır. Aksi taktirde oyun üzerinde olumsuz bir etki yaratır ve diğer oyuncular da bu durumdan etkilenirler çünkü bu bir takım çalışmasıdır. Sahne önünde yaşanan olası bir olumsuzluk durumunda oyuncular durumu toparlamak için çabalarlar. Ancak sahne arkası, sahne önüne yansıtılmıştır bile. Bu durum seyirciye sahne arkası ile ilgili perde aralamak gibidir. İnsanların gündelik yaşamda tıpkı bir tiyatro sahnesindeymiş gibi davranış sergilemeleri, toplumun her kurumu içerisinde mevcuttur.
Bu çalışmada aile kurumu içerisinde yapılan incelemede saptanan bilgiler şu şekildedir:
Aile kurumu içerisinde yaşanan her türlü şiddet, uyumsuzluklar, bağımlılıklar ve toplum tarafından olumsuz anlam atfedilen her şey arka sahneye ait görülmektedir. Tüm bu davranışlar aile fertleri içerisinde tutulmaya çalışılmakla beraber, aile fertleri dışında kalan insanlara karşı tıpkı bir tiyatro oyuncusu edası ile roller sergilenmektedir. Yani aslında bireyler olanı yansıtmaktan ziyade “olması istenen”e yönelik roller sergileyerek benliklerini sunma çabası içerisindedirler. Tüm bunların altında yatan temel sebeplerden biri de toplumsal olarak oluşturulmuş ideal rollerdir. İdeal aile, anne-baba ve evlat formları dışında kalan insanlar, norm dışı olduklarında öyle olmadıklarını kanıtlar nitelikte roller sergilerler. Ve sergiledikleri rollere önce kendileri inanarak aile dışında kalan insanları da inandırma çabası içerisinde olurlar. Bu çabanın altında insanların toplum tarafından kabul görmek istedikleri ve norm dışı olmadıklarını kanıtlama çabası gizlidir. Oysa bireyler sadece kendileri için anlamlı ve değerli olan şeyler çerçevesinde bir yaşam sürme niyetinde olsalar ve olanı olduğu gibi yansıtsalar belki de bu düzen değişebilirdi. Herkesin bildiği ancak görmezden geldiği gibi sorunlar yaşayan aileler de hayatın bir gerçeğidir. Çocuklara “kol kırılır, yen içinde kalır” derken aslında ne söylendiğinin iyice farkına varılmalı ki o çocuk büyüyüp kendi ailesini kurduğunda kadın/erkek uğradığı şiddete, olumsuzluklara susmayı değil sesini çıkartmayı öğrenebilsin. Susmanın yalnızca uğradığı eşitsizliği ve haksızlığı sürdürmenin bir biçimi olduğunu, susmak ve rol yapmak zorunda olmadığını, yaşamın en birincil hakkı ve özgürlüğü olduğunu öğretmeli ki korku temelli değil, sevgi temelli çocuklar yetişsin. Bugünün değerlerini korumak için bugünün çocuklarına kulak verip gerçekten ne istedikleri ile ilgilenmek gerekir. Eğer bu sağlanabilirse bir şeyler değişebilir. Sırf kültürel aktarım öyle diye, olanı olduğu gibi aktarmak bir zorunluluk değil. Kümülatif bir şeyi değiştirmek zordur ancak sorgulayarak ve hakikatin ne olduğunun peşinde olarak, bireyin hem kendisi hem de dünyaya getireceği çocuklar için olması isteneni oluşturabilmesi mümkün. Aile şekilleri insanların tercihleri ile dönüşebilir ancak sevgi temelli bir aile düzeni her aile için geçerlidir. Aile kurumu toplumsal olarak ona atfedilen anlam dahilinde şekillenmiştir. Annenin doğurganlığı üzerinden kutsal olması, cennetin annenin ayakları altında olması vb. söylemler, kadının toplumun aile kurumu içerisinde meşrulaşabilmesini çağrıştırıyor. Bu gibi söylem ve davranışlar kadını, erkeğe bağımlı hale getirmekten ve onun özgürlüğünü kısıtlamaktan öteye gitmiyor. Bir çocuk doğduğu andan itibaren isim, soy isim, din, dil vb. demografik özellikleri ondan bağımsız bir şekilde belirleniyor. İçine doğduğu ailenin normları ona aktarılıyor ve kabul etmesi bekleniyor. Oysa onun dışında belirlenmiş tüm bu olguları kabullenmek zorunda değil. Daha önce de belirtildiği gibi bireyler kültürel aktarım yolu ile kendi ebeveynlerinden öğrendiklerini çocuklarına aktarırlar. Bir birey anne-babası dahi olsa onların doğruları ile kendi hayatını şekillendirmek zorunda değil. Herkes kendi varlığına yüklediği anlam dahilinde kendi varlığını sürdürmeli. Toplum tarafından aile kurumuna, anne-baba ve evlat rollerine atfedilen anlamları olduğu gibi kabullenmek bir zorunluluk değildir. “İktidarın yüklediği kimlikler, bireylere sunduğu öznellik alanları aşılmaz ya da dönüştürülemez değildir. Yeni öznelliklerin gelişimi ise ne olduğunu keşfetmekle değil, ne olduğunu reddetmekle başlamaktadır.” (Foucault, 2016: 68) Buradan hareket ile aile içerisinde yaşanılan her türlü olumsuzluğu meşru kılan da, sessizliği öğreten de toplumdur. İktidar söylemleri ile toplumun her kesimini kontrol altına alır. Bu yüzden söylemler insanlar üzerinde bir hayli önemlidir.
Foucault’nun da ifade ettiği gibi bireyler kendilerine atfedilen rolleri kabullenmek yerine reddederek kendi öznellik gelişimlerini fark etme çabası içerisinde olmalıdır. Hayat bir tiyatro sahnesi ve aktörler olarak bireyler, yeri geldiğinde yaşadığı tüm olumsuzlukları da sahne önüne taşıyıp, buna cesareti olmayan insanlara da umut olabilmeliler. Çünkü bunu yapmaya cesareti olmayan ve yıllarca sahne arkasını sahne önüne taşımadan usta bir oyuncu edası ile yaşamaya kendini ikna etmiş bir sürü insan var. Sahne önü tıpkı sosyal medya paylaşımları gibi mutlu anlardan ibaret olmamalı. Bir tiyatro oyuncusu acıklı oyunları da sahneler, mutlu oyunları da. Bu durumda aile içerisinde yaşanan olumsuzluklar da saklanmak zorunda değiller. İçerisinde yaşadığımız toplumdan yola çıkacak olursak bir sürü kadın sevgilisinin, eşinin, ağabeyinin, babasının şiddetine ve hatta tecavüzüne maruz kalıyor. Bu kadınlar sahne arkasında bu gibi dehşet verici olaylar yaşarken her şey yolunda imiş gibi rol yapmaya toplumsal olarak itiliyorlar. Ve bu davranış yıllarca süregeliyor. Bugün bir çocuk, bir kadın bir hayat yok oluyorsa bu yalnızca failin değil bir toplumun suçudur. Çünkü aile içerisinde yaşanılan her türlü olumsuzluğu meşru kılan da, sessizliği öğreten de toplumdur.
KAYNAKÇA
- Rıtzer, G. Ve Stepnisky, J., (2018) Modern Sosyoloji Kuramları. (Çev. Hülür H.) Ankara: De Ki Basım Yayın Ltd.
- Rıtzer, G. Ve Stepnisky, J., (2012) Çağdaş Sosyoloji Kuramları Ve Klasik Kökleri. (Çev. Irmak E. H.) Ankara: De Ki Basım Yayın Ltd.
- Radcliffe-Brown, A. R., (1931) The Social Organization Of Australian Tribes –primary Source Edition
- Şişman, N., (2007) “Küresel Dinamikler Bağlamında Aile ve Kadın”, Günümüzde Aile: Uluslararası Aile Sempozyumu, ed. Ö. Çaha, İstanbul: Ensar Neşriyat
- Aktaş, G.,(2012) “Kadınların Öznel Kimliklerini İnşa Etme Sürecinde Aile İçi Kültürel Söylemler: Genç Kızlar Üzerine Bir Araştırma.” The Journal of Academic Social Science Studies 5, no. 8
- Foucault, M.,(2016) Özne ve İktidar. İstanbul: Ayrıntı Yayınları
- Tekellioğlı, O., (1999). Michel Foucault ve Sosyolojisi, Bağlam Yayıncılık, İstanbul.
- Foucault, M., (1987). Söylemin Düzeni. (Çev. I. Turhan). Hil Yayınları.