Hasta, vücudunda veya ruhunda normalin dışında farklılık hisseden, acı duyan, bu durumdan mutlu olmayan kişilerdir. Hekim ise hastalığa tanı koyan ve uygun tedaviyi uygulayan kişidir.
Bir hekimin mesleğindeki başarısı, yardım etmek zorunda olduğu hastasını tanımasıyla başlar. Hekim hastasını ruhsal, bedensel ve sosyal yönden tanımalıdır. Bir hasta kliniğin kapısında ilk belirdiği andan itibaren kendisi hakkında ip uçları vermeye başlar. Hem bedensel hem de psikolojik belirtiler, görmesini bilen gözlerle bakanlar için son derece açıktır.
Hipokrat’ın öğretisine göre:
• Hekim hastayı dikkatle gözlemlemeli,
• Bulguları gerçekçi bir biçimde kaydetmeli,
• Çevresel etmenlerin hastalıkların oluşması, gelişmesi ya da iyileşmesi üzerindeki etkilerini göz önünde bulundurmalıdır.
Son yıllarda sindemik hastalık adı verilen yeni bir kavram ortaya atılmıştır. Bu terim iki veya daha fazla rahatsızlığı içeren, sinerjik olarak etkileşime giren ve hastalığın aşırı yüküne katkıda bulunan bir dizi bağlantılı sağlık sorunu anlamına gelir. Hipokrat’a göre: “Hekimin sadece bir görevi vardır: İYİLEŞTİRMEK. Bu amaca hizmet ederken de diş hekimliği alanındaki sorunlar da işin içindedir.
Klasik tıpta ve diş hekimliğinde vücut, ruh ve geist bütünlüğü kayıptır ve buna göre her somut neden doğrusal bir düşünceye sahiptir ve bir sonucun bir sebebi vardır. Oysa organizma fonksiyonları kesinlikle basit değildir ve bedeni hasta etmek için pek çok sebep vardır. Doktorlar ve diş hekimleri modern tıp anlamında kendi alanlarında son derece donanımlı olmalarına rağmen, pek çok kez birbirlerinden tamamen bağımsız olarak çalıştıkları için dişlerin vücuda, vücudun dişlere olan etkilerini gözden kaçırırlar. Bunun nedeni tıp biliminin söylemlerinde tersi olsa da pratikte dişleri vücudun diğer bölümlerinden yalıtılmış olarak görmeleridir.
Oysa ağız-diş sağlığı ile kardiyovasküler hastalık, stroke, prematüre ya da düşük kilo ağırlıklı bebekler, üst solunum yolu infeksiyonları, diyabet ve şişmanlık, romatoid artrit, renal hastalıklar gibi sistemik hastalıklar arasındaki ilişkiler uzun zamandır ortaya konulmaya başlanılmıştır. Ağız bakterileri özellikle Streptococcus mutans, A.actinomycetemcomitans, T.denticola ve P.gingivalis aterosklerotik plaklar, kalp kapakları, aort anevrizmaları, beyin apsesi ve eklemlerde gösterilmiştir(14, 15) Buna göre ağız ve beden arasında çift taraflı bir etkileşim vardır ve sadece tek tarafın iyileştirilmeye çalışılması istenilen başarılı sonucu vermez. Mikrobiyal, nöral, fasyal ve enerjitik bağlantılar vücudun pek çok bölgesi ile oral kavitenin sindemik hastalık oluşturmasına neden olur.
Bunun nasıl olduğunu biraz irdeleyelim:
Günümüzde ağrının sadece sinirsel aktiviteden değil nöroimmünolojik etkileşimden kaynaklandığı düşünülmektedir(1, 2, 3). Periferik veya merkezi, nosiseptif veya nöropatik ağrıda ortak payda, inflamasyondur(4).
Hücre homeostazda bazal durumdadır ve kararlı bir iç ortam sağlar. Hücrede hep ya
hiç ilkesi geçerlidir. Hücre hafif bir değişiklik etkisiyle bile stresli ve işlevsizdir. 2008'de Medzhitov, inflamasyonun “tehlike teorisi” kavramını genişletmiştir. Bazal ve inflamasyon arasındaki bu duruma parainflamasyon denir(5).
Oral bölge inflamasyonun en sık ve kronik olarak görüldüğü yerlerden birisidir. İnflamasyon tepkisi üç düzeyde ortaya çıkabilir:
Doku hücreleri,
Yerel dokunun bağışıklık sistemi
Sistemik bağışıklık sistemi etkilenir.
Hücreye olan saldırılar hücre ölümüne neden olacak kadar güçlü olmadığında ve kronikleştiğinde:
Hücre otonom tepkisi oluşabilir,
Isı şok proteinlerinin salınabilir,
Otofaji yolları aktive olabilir.
İnflamatuar yanıtta:
İndükleyiciler (tehlike molekülleri):DAMP
Sensörler (tanıma reseptörleri):PRR’ler bulunur.
Şekil 1: İnflamatuar yanıtta tetikleyiciler
Kaynak: https://prezi.com/ajpthjbk9mg/damp-danger-associated mollecularpatterns/ ?frame= c34f7d9aebd342673783cd99891125841505d1d4
DAMP ligandları PRR’ler ile bağlantı kurduktan sonra hücreler çeşitli sitokinler (IL-6, IL-8, TNF-α), kemokinler (mediatörler:, insülin benzeri büyüme faktörü ve koloni uyarıcı faktörler salgılarlar . Bu da bağışıklık hücrelerini (efektörleri) inflamasyon bölgelerine daha fazla toplayıp aktive eder(6). Bu moleküllerin sayısal olarak artmaları sepsis, ateroskleroz, lupus, Crohn hastalığı, kanser gibi pek çok hastalıkla ilişkilendirilmiştir. Ancak polimorfizmler PRR'lerden gelen sinyal yanıtlarını değiştirebilir. PRR'lerdeki polimorfizmler ile periodontal hastalık arasında bağlantı bulunmaktadır(7).
Beyin immün sistem ile ilişki içindedir. T hücrelerinin kan-beyin bariyerini geçebildiği
gösterilmiştir. Proinflamatuar sitokinlerle aktive olmuş mikroglia ve astrositler ek proinflamatuar sitokinler üretir ve inflamatuar cevabı arttırırlar. Sitokinler için hipotalamus-hipofizde reseptörler vardır. IL-6 sistemik dolaşım yoluyla hipotalamusa ulaşabilir.
A)Sitokinler(IL-1) vagusa etki eder ve ateşli akut faz yanıtı indükler.(8)
B) Lenfositler β-endorfin gibi nöropeptidler üreterek ve ağrının gelişimini modüle eder.
Şekil 2:Sitokin beyin ilişkisi
Kaynak: Gerasimos Papathanasiou, Neuroimmunologische Grundlagen der Neuraltherapie; Ganzheitsmedizin Heft 2, Jahrgang 21, Juni 2008
C) IL-1 Lokus Coeruleus’u hedefler ve noradrenerjik sistem için stres yanıtını etkinleştirir(8). Sempatik sinir sistemin aktivitesi artar. Hipofizde CRH üretimini sağlanarak ACTH uyarılır.
D) Lenfositler de hormon üretebilir, ör. MSH: kan beyin bariyerini geçip sempatik aktivite merkezini değiştir.
Bağışıklık sisteminin çok fazla enerjiye ihtiyacı vardır. Kronik inflamasyonda beyin
glikoz alımını durdurur, bu süreçte glikoz diğer organlar tarafından tüketirler. Beyin tiroid HPA aksını devreye sokarak bu enerji sarfiyatına 4-10 gün boyunca izin verir. HPA aksından alınan sinyal ile sempatik sistem lenf dokusunu aktifleştirir ve bağışıklık hücreleri dolaşıma katılır. Bunun için kortizol kullanılır (Kortizol normal şartlarda bağışıklık sistemini baskılamasına rağmen burada farklı bir görev üstlenir). Yani inflamatuar sitokinler ACTH’ı, o da adrenal kortekste glukokortikoid salınımı uyarır. GK proinflamatuar sitokinlerin sentezini baskılar. Kortizol sistemik dolaşımda yükseldiğinde ACTH salınımı baskılanır (negatif feedback).
İnflamasyonda makrofajlar çok önemli bir yer tutar. M1 fenotip, proinflamatuvar, M2
fenotipi, anti-inflamatuar faktörlerle (IL-10, IL-4 ve IL-13) ilişkilidir. Yara kaynaklı miyelin döküntüsü, örneğin diş çekim yeri yada diğer operasyonlar makrofajlarda M2'den M1'e fenotip kaymasına neden olur. Bu durumda kronik inflamasyon oluşturur. Kronik inflamasyon, daha fazla hücre ölümüne ve yaralanma bölgesinden yayılan hasara yol açar. Bu şekilde ağızdaki cerrahi yapılan bölgede bir bozucu alan meydana gelmiş olur. Bozucu
Şekil 3:Makrofajların fenotipleri
Kaynak: Saradna A, Kumar S, Qing-LingFu, Gao P Macrophage polarization and allergic asthma; Translational Research, Volume 191, Pages A1-A6, 1-92 den uyarlanmıştır
alanlar:
Kan tablosunda,
Vücut ısısında,
Oksijen ve enerji metabolizmasında,
Derinin elektrik direncinde,
Biyoelektrik potansiyalinde değişiklik meydana getirirler.
Şekil: 4: ATP üretim yolları
İnflamasyonda bedenin kullandığı enerji kaynakları da değişir. Organlar enerjilerini serbest yağ asitlerinin mitokondride yakılmasıyla elde edilir. 1 molekül glikozdan 38 ATP üretilir. Stoplazmada solunum hızı mitokondriyal solunum yapılma hızından fazla olduğundan aynı süre
içinde 200 ATP üretilebilir. Beden bu hızlı sürece sadece 45 gün dayanabilir çünkü bu süreçte glikoz tükenmesi meydana gelir. Beyin infeksiyonun ilk 7 gününde enerjinin bağışıklık sistemi tarafından kullanmasına yağ dokusundan gelmek şartıyla izin verir. Sağlıklı koşullarda beden günde ortalama 2400 kalori harcar, bu da 37 günlük stok demektir. Bu süre içinde yağ dokusundaki glikoz tükenmiş demektir. Bu süre içinde infeksiyon bitmemişse aminoasit yakılmaya başlanır. Oysa kistli bir diş ya da periodontal hastalıkta görülen infeksiyon bu süreçten çok daha uzundur. Aminoasit fosforilizasyonun uzun sürmesi sonucunda organ kaybı olur. Aynı zamanda stoplazmik solunumun son ürünü laktik asit olduğu için latent asidoz dediğimiz bedenin asidikliğine katkıda bulunur.
Oral mikroorganizmalar genel dolaşıma girebildikleri gibi sürekli yutularak ulaştıkları
bağırsaklarda lokal immun sistem tarafından taşınarak genel sisteme de girebilirler. Ağız pH 6 civarında hafif asittir; diş plak biyofilmi pH 5’in altındadır. Kan ve doku sıvılarındaki pH ise 7.4 şeklinde nötrale yakındır. Oral streptokoklar pH 6.0 ve altında histon benzeri protein (HlpA) salgılamaz iken pH 6.5-7.0’de bir salgılar. HlpA, lipoteikoik asit ile kompleks yaparak özel antikoru ile de immun kompleks oluştur ve inflamasyonu uyarır. pH’nın 5.5’den 7.5’e yükselmesi, ortamın giderek alkaliye kayması ağız streptokoklarının trombine benzer
Şekil 5::Kök kanal enfeksiyonunun aterom plağı oluşmasındaki rolü
Kaynak: Secerli T, Ağzımızdaki Haberci, Caretta Yayınevi 2017, İstanbul
aktivite ekspresyonunu artırarak trombojenik olmalarına yol açar. Oral streptokoklarının trombositojenitesi, infektif endokarditte kalp kapaklarında infeksiyon ve lezyon oluşumunu kolaylaştırır (9). Diş kökü kanallarından kaynaklanan ya da çekim yerlerinden arta kalan veya gömük dişler yüzünden oluşan kistlerin neden oldukları inflamasyon herhangi bir belirti vermeden, ağrısız olarak yıllarca olarak sürebilir ve vücuda zarar vermeye devam eder. Bu nedenle bu tarz bölgelerin tedavisi için ağrı varlığı bir kriter değildir ve mutlaka diş hekimi tarafından tedavi edilmelidir.
Bakterilerin ürettiği endotoksinler botunolium toksininden 1.000 kat daha toksiktir ve
yayılmaları lenfler ile olur.
Şekil 6:Endotoksin sonuçları
Oral bakteriler HSP (istenmeyen protein agregasyonlarını önler, kısmen katlanmayan
proteinlerin hücreye transportuna yardımcı olur) üretir. Fakat immun sistem konak ve yabancı HSP antijenlerini ayırt edemeyip kendi HSP antikorlarıyla çapraz reaksiyona sistemik inflamasyona yol açabilir. HSP benzerliği ateroskleroz, artirit ya da mukoza membranlarında Behçet Hastalığı’na katkıda bulunabilir.
Periodontal hastalıkta Wolinella sp, nötrofil kemotaksisini inhibe ederek inflamatuar
hastalıkların (örn: Crohn hastalığı ve ülseratif kolit)patogenezinde rol alır. P. Gingivalis ve A. Actinomycetemcomitans gibi periodontal patojenlerin akciğerlere inhalasyonuyla pnömoni başlamasına sebebiyet verdiğini belirtmektedir (10). Periodontal patojenler plasentaya geçebilir ve LPS’ler; IL-1β ve prostaglandin E2 yapımını uyardığından bu 2 molekül, erken doğum ile ilişkili tutulmaktadır (11).
Şekil 7:Periodantal hastalığın sistemik etkileri
Periodontal hastalıklardaki p. gingivalis ve a. Actinomycetens p450 enzimi üretir. p450
enzimi detoksifikasyonda önemlidir. Bu enzim olmadan sitrülinizasyon yapılamaz. Enzimin eksikliği de fazlalığı da sorun oluşturur. Periodontal hastalıkta bulunan bu bakterilerin bu enzimi fazla miktarda üretmesine ve hipersitrülinizasyona bu da protein katlanmasına bozukluğa neden olur. Bu durumda bağışıklık sistemi keni dokusu ile yabancı dokuyu ayırt edemeyerek otoimmün hastalığa neden olur. Periodontal hastalıklar ile romatoid artrit arasındaki ilişki uzun süredir ayrıntıları ile bilinmektedir. Diğer otoimmün hastalıklar ile periodontal hastalıklar arasındaki ilişki de çeşitli araştırmalarla son yıllarda ortaya konulmuştur. P450 enziminin aktif noktası demir iyonudur. Demir eksikliği durumunda yeterli oksidasyon yapılamaz. Periodontal hastalıktaki bakterilerin enzimi fazla miktarda üretmesi nedeniyle demir iyonunu tükenir.
Şekil 8:Periodontal hastalık ve romatoid artrit arasındaki ilişki
Kaynak: George Hajishengallis, Periodontitis: from microbial immün subversion to systemic inflammation; Nature, January 2015, volüme 15’den uyarlanmıştır
Dental restoratif materyaller
Şekil 10: Allerji tipleri(Gell & Coombs Klasifikasyonu)
Şekil 9: Haptene cevap
asidik ortamda korozyona uğrar. Bu korozyon ürünleri vücut proteinleri ile birleşerek hapten oluştururlar. Bu haptenler asidik ortamda bozulmuş gap junctionlardan geçerek mukoza bariyerini aşar ve doku içine geçerek makrofajlar tarafından fogozştoza uğrayarak özelleşmiş T hücrelerine sunulur. Bu durum gecikmiş tip allerjiye neden olur. Sitotoksik T hücreleri doğrudan hasara neden olur. T helper hücreleri sitotoksik T hücrelerini aktive eden ve toplayan sitokinleri sekrete eder ve makrofaj ve monositi aktive eder.
Restoratif malzemelerden açığa çıkan bazı metal iyonları enzim inhibisyonuna neden
olur. Ni, Mg ile, Hg, Se ile enzimatik bağlanma için yarışır. Hg; enzimlerin sülfidril gruplarına bağlanabilir. Sülfhidril gruplarına bağlı proteinin yapısının değişmesine neden olur.
Şekil 11: Homosistein-Metiyonin döngüsü
Alkalen fosfataz enzimi (Özellikle kemik dokusu ile safra yollarına ait dokularda bulunan ALP enzimi; alkali hücre şartlarında fosfor elementinin metabolizmasına ilişkin bazı fizyolojik olayların düzenlenmesinde görev alır.) 4 Zn ve 2 Mg metal iyonu içerir. Enzim aktivitesi için gerekli olan Zn kofaktörü Pb veya Hg ile yer değiştirdiğinde enzimin optimum Ph değeri, hız sabiti değeri değişir. Detoksifikasyonda da Hg varlığı sorun yaratır. Metilasyonda en önemli reaksiyon homosistein metilasyon reaksiyonudur. Yüksek homosisteinli insanlarda, homosistein proteinlere bağlanabilir ve modifiye proteinlere neden olabilir. Plazmada yüksek homosistein olması pek çok hastalıkla (Örn:kardiovasküler hastalıkla) ilişkilendirilir. Metiyonin döngüsünde TNFα ve IL6 varsa (akut ya da kronik inflamasyon - en sık görüldüğü yerlerden birisi oral kavitedir.) MAT (metionin adenozil tranferaz ) enzimi çalışmaz ve homosistein düştüğü halde SAMe elde edilemez. Cıva selenyumla yer değiştirerek en önemli membran bağlanma antioksidanı olan glutatyonun geri dönüşümünü engeller.
Cıva lipofilik olduğundan hücre zarını, kan beyin bariyerini geçebilir, sinirlerle uzak bölgelere iletilerek gittiği bölgede toksik etki yaratır. Toksik etkide civanın proteinlerde bulunan sistein aminoasidindeki kükürt gruplarına (-SH), kuvvetli bir bağla bağlanması rol oynar. Özellikle Metil-civa ve Alkil-civa bileşikleri çok zehirlidir. Bu bileşikler proteinde bulunan SH gruplarındaki kükürt atomları ile kuvvetli kovalent bağ kurarlar. Alkil-civa bileşikleri, -SH grubundaki Hidrojen (H) atomlarıyla yer değiştirirler. Kükürt (S) atomlarına, civanın bağlanması sonucunda proteinin enzim aktivitesi durdurulmuş olur. Böylelikle hücre zarındaki madde geçişi engellenmiş olup hücre zarı da vazifesini yapamaz hale gelir, sinir hücresi fonksiyonlarında ve bütünlüklerinde bozulmalara neden olabilecek DNA parçalanmalarına yol açabilir.
Cıva B1 (tiamin) vitaminin içinde var olan sülfüre bağlanarak B1 eksikliğine neden olur.
Tablo 1: Çiğneme fonksiyonuna giren amalgam dolgulu dişlerden ve retrograd amalgam dolgulardan kana cıva geçişinin incelenmesi
Kaynak: Yusuf Burak Batur, Faruk Haznedaroğlu, Ayşe Zehra Aroğuz, Kürşat Özer, Çiğneme Fonksiyonuna Giren amalgam Dolgulu Dişlerden ve Retrograd Amalgam Dolgulardan Kan ve İdrara Cıva Geçişinin İncelenmesi, İstanbul Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi Dergisi Cilt: 46, Sayı: 3 Sayfa: 43-54, 2012
Tablo 2: Çiğneme fonksiyonuna giren amalgam dolgulu dişlerden ve retrograd amalgam dolgulardan idrara cıva geçişinin incelenmesi
Kaynak: Yusuf Burak Batur, Faruk Haznedaroğlu, Ayşe Zehra Aroğuz, Kürşat Özer, Çiğneme Fonksiyonuna Giren amalgam Dolgulu Dişlerden ve Retrograd Amalgam Dolgulardan Kan ve İdrara Cıva Geçişinin İncelenmesi, İstanbul Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi Dergisi Cilt: 46, Sayı: 3 Sayfa: 43-54, 2012
Fasyada kronik ağrı ve inflamasyon arasında doğrudan bir bağlantı vardır. Normal
postür, fizyolojik gerilimler, iç veya dış ortamdan etki eden mekanik kuvvetler kollajende hafızalanır. Böylece bir gerginlik belleği oluşur. Yaralanma ya da ağrı nedeniyle hareket azaldığında propioseptif sinyal ve gerginlik belleği değişir. Bilimsel çalışmalar fasyaların sürekli otonom sempatik sinir sistemi tarafından uyarıldığını kanıtlamıştır. Doku inflamasyonları nosiseptif sinir uçlarının tahrişine neden olur. Aynı spinal segment tarafından innerve edilen diğer dokular da bundan etkilenir (12). Yüzeyel fasyada lenfatik ve kan yollarından bağımsız bir damar ağı vardır. Bu bonghan kanal sistemi denilen ve tüm vücut bölgeleri arasındaki iletişimi kolaylaştıran sistemdir (13) Bonghan sistemi Prof.Soh ve ekibi tarafından Primo Vascular System (PVS) olarak adlandırılmıştır. Bu yol da fasyal bozuklukların ve inflamasyonun iletilmesini sağlar.
Temporomandibuler eklem de gerilimin en yüksek olduğu ve disfonksiyonun en sık görüldüğü eklemlerden birisidir. Popülasyonun yaklaşık %70’inde TME disfonksiyonu görülür. Bu da uzak bölgelerde de disfonksiyona neden olur. Trigeminal sinirle inerve olan bölgelerin yanı sıra fasya bağlantılarıyla uzak bölgelerde de TME’nin yansıyan ağrıları görülebilir. Bu bölgeler duramater, orbita, sinüsler, timpanik membranlar, oral kavite, boyun, bel gibi bölgelerdir ve baş ağrısı, boyun ağrısı, tinnutus, vertigo, bel ağrısı, göz ağrısı ve basınç hissi gibi şikayetler, kronik yorgunluk, hormonal disfonksiyon, görme bozukluğu, lordoz, kifoz, uyku düzensizliği, idrar kaçırma gibi pek çok rahatsızlığa neden olur.
Şekil 12: Fasya zincirleri
Kaynak: Paoletti S, Fascien Anatomie, Structuren, Techniken, Spezielle Osteopathie, Urban and Fischer, München
TME disfonksiyonları hem kafa bölgesinde olan gerilimler hem de uzak bölgelerdeki gerilimlerin TME üzerindeki gerimin artması nedeniyle oluşur. Şayet sebep ağız içi kaynaklı bir sorunsa bu dişhekimi tedavisi olmadan hiçbir yöntemle geri dönüşsüz olarak tedavi edilemez. Örneğin diş eksikliği nedeniyle tek taraflı çiğneme, ortodontik bozukluk düzeltilmeden ya da bruksizm için kullanılan plaklar yapılmadan hangi tedavi yöntemi kullanılırsa kullanılsın TME disfonksiyonu tekrarlayacaktır.
Dr. Med. Dent. Jochen M. Gleditsch ve Prof. F. Herget ve Dr. W.K. Düring yaptıkları
çalışmalarla dişlerin tüm vücut fonksiyonları için önemini ortaya koymuşlardır. Bir diş, etrafındaki kemikle, periodonsiyum ve pulpadaki damar ve sinir ağıyla bir bütündür. Ağzın büyük bölümünü ve dişleri inerve eden N. trigeminus da pek çok segmentle bağlantı içindedir.
Tablo 3: Segmental teoride periferal otonom sistem ve N. trigeminusun parasempatikler aracılığı ile iç organ ilişkisi
Kaynak: Ingrid Wancura-Kampik; Segmental Anatomu, The Key to Mastering Acupuncture, Neural Therapy and Manuel Therapy, Elsevier 2012 Munih (After data of Foerster in Handbuch der Neurologie, by Bumje and Foerster, Vol 5)
N. Trigeminus sempatik, parasempatik, hormonal ve limbik sistemle, duramaterle ilişkidedir. Parasempatik afferent sinirler aracılığı ile N. Trigeminus kalp, akciğerler, bronşlar, ösofagus, mide, duodenum, karaciğer, safra kesesi, ince bağırsak ve colon ascendens ile ilişki içerisindedir. İç organların sensoryel sinirleri diğer segmentlerle de ilişkidedir. Lemniskal ve anterolateral sistemler içindeki lifler beyin sapında kafaya ait duyuları taşıyan liflerle birleşir. Ağrı ve sıcaklık impulsları N.Trigeminusun spinal çekirdeği, vücuttaki bütün propioseptörlerden alınan dokunma ve durum duyusu ise büyük ölçüde bu sinirin ana duysal ve mezensefalik çekirdeklerine gelir. Bu sayede N. Trigeminus ve dolayısıyla ağız; vücuttaki bütün sensoryal duyulardan ve denge duygusundan haberdar olur. N. Trigeminus üzerinden gelen bilgiler de bu yolla diğer bölgelere ulaşır.
Beden açık bir sistem olduğu ve uyaranlara karşı kaos teoremine uygun farklı cevaplar verdiğinden, ağız ve dişlerdeki herhangi bir patoloji de hem ağrı olarak hem de başka disfonksiyonlar olarak bedende farklı bölgelerde probleme neden olabilir. İnsanların en sık ağrıyan bölgeleri diş ve baştır. Her ikisinde de N. Trigeminus işin içindedir. Populasyonun ne kadarının akut ve kronik diş ağrısı çektiğini, ne kadar hissedilmeyen doku hasarı olduğu, diş hekimlerinin işlemlerinden sonra ağrının ne kadar sürdüğü göz önünde bulundurulursa ağız bölgesinde yapılan veya yapılmayan her türlü tedavinin hormonal, limbik, kardiyovasküler, humoral sistemi, sempatik sistemi ne kadar etkilediği daha iyi anlaşılacaktır. Kardiyak ve endokrinolojik problemi olan hastaların büyük çoğunluğunun diş problemleri olduğunu görmek bu bilgileri hatırladıktan sonra hiç şaşırtıcı değildir sanırım.
Bu nedenle tıp hekimlerinin de teşhis koyarken oral bölgedeki bozucu alanları gözden kaçırmaması ve gerekli durumlarda bir diş hekiminden konsültasyon istemeleri önemlidir.