İşte Bu Doktor İndir
AİLE İÇİ ŞİDDETİN ANNE VE ÇOCUK ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ Aile bireylerinden birinin eşine, çocuklarına, ebeveynlerine uyguladığı çeşitli saldırganca,  olumsuz davranışlar aile içi şiddet olarak tanımlanabilir. Şiddetin türleri incelendiğinde  psikolojik/duygusal şiddet, fiziksel şiddet, cinsel şiddet ve ekonomik şiddet olmak üzere dört  boyut altında kavramsallaştırıldığı görülür. Aile içi şiddete yönelik literatürde giderek artan  çalışmaların ardından, araştırmacılar beşinci bir boyut olarak aile içi şiddetin eklenmesini  önermektedir. Aile içi şiddet, bir şiddet boyutuna maruz kalmanın diğer şiddet türüne de  maruz kalmak için risk faktörü oluşturması sebebiyle özeldir. Yukarıda belirtilen tüm şiddet  türlerini içerisinde barındırmasıyla karakterizedir. Buna göre aile içi şiddetin hem bireysel  hem de toplumsal düzlemde oldukça ciddi problemlere yol açabileceği görülmektedir. Aile içi  şiddetin mağdurları incelendiğinde genellikle kadın ve çocuklar olduğu görülür. Erkek bireyin  kadın veya çocuğa uyguladığı şiddetin, yıllar içerisinde fiziksel şiddetten daha fazlasına  tekabül ettiği, yapılan araştırmalarca gösterilmiştir. Buna göre şiddetin somut bir kanıtı olan  fiziksel şiddet, aile içi şiddeti tanımlamada yeterli değildir. Kadın ve çocuğun aile içi şiddete  maruz kalması, hem aralarındaki ilişkiyi hem de bireysel yaşantılarını etkilemektedir.  Çocuğun aile içi şiddete maruz kalması, çok çeşitli psikolojik rahatsızlıklarla  ilişkilendirilmiştir. Yapılan araştırmalar bu çocuklarda olumsuz davranışsal çıktılar bulunduğunu ortaya koymaktadır. Buna göre “içselleştirme davranışları” ve “dışsallaştırma”  davranışları olmak üzere iki farklı başlık altında incelenen davranışsal çıktılar, çocuğun aile  içi şiddete maruz kalma durumundan etkilenmektedir. Bununla birlikte, anne-çocuk ilişkisi  ise, daha üst bir başlık olarak, hem çocuğun aile içi şiddete maruz kalma sonucu geliştireceği  bozuklukları, hem de içselleştirme-dışsallaştırma olmak üzere hangi davranışları  sergileyeceğini etkilemektedir. Aile içi şiddete maruz kalan her çocuk aynı tepkiyi  göstermemektedir. Buna göre, çocuğun yaşı, cinsiyeti, kişilik özellikleri, başa çıkma  mekanizması, dayanıklılığı gibi çok çeşitli faktörler aile içi şiddetin etkilerini  değiştirmektedir. Bu etkilerden biri olan anne-çocuk ilişkisi, bu inceleme yazısında  değerlendirilecektir. Bu bağlamda, bu inceleme yazısında, şiddetin geniş bir tanımı yapılacak,  aile içi şiddet ve çocuk üzerindeki etkileri incelenecek, anne-çocuk ilişkisine geçilmeden önce  kavramsal bir bakış açısı sunması adına bağlanma kuramı ve diğer kuramlar ile anne-çocuk  ilişkisinin önemi incelenecektir. Son olarak, literatürdeki araştırmalardan destek alınarak aile  içi şiddette anne faktörü değerlendirilecektir.  Bu inceleme, aile içi şiddette anne-çocuk ilişkisini değerlendirirken, içselleştirme dışsallaştırma davranışları bağlamına değinmesi açısından özgün bir değere sahiptir. Şiddetin  genel tanımından başlanılarak, oradan aile içi şiddete, aile içi şiddetin anne-çocuk ilişkisi  bağlamına vurgu yapabilmek için kuramlara ve son olarak anne-çocuk ilişkisine değinmesi  bakımından kapsamlı bir derleme çalışmasıdır.  Anahtar kelimeler: aile içi şiddet, çocuk, bağlanma kuramı, içselleştirme, dışsallaştırma,  benliği susturma kuramı,   GİRİŞ   1.Şiddet ve Aile İçi Şiddet  1.1. Şiddetin Tanımı ve Türü   Şiddet, yaşamın her alanında karşımıza çıkabilen, güç ve baskı uygulayarak, bir kişi ya da gruba  yönelik bedensel veya ruhsal zarara neden olan davranışlardır. Dünya Sağlık Örgütü tarafından  “fiziksel güç veya iktidarın kasıtlı bir tehdit veya gerçeklik biçiminde bir başkasına  uygulanması sonucunda maruz kalan kişide yaralanma, ölüm ve psikolojik zarara yol açması  ya da açma olasılığı bulunması” olarak tanımlanmaktadır (akt. Polat, 2016).  Dünya Sağlık Örgütü'nün Çocuk İstismarını Önleme Danışmanlığı (WHO, 2006), çocuk  istismarı/kötü muameleyi, “…her türlü fiziksel ve/veya duygusal kötü muamele, cinsel istismar,  ihmal veya ihmalkar muamele veya ticari veya sorumluluk, güven veya güç ilişkisi bağlamında  çocuğun sağlığına, hayatta kalmasına, gelişimine veya onuruna fiili veya potansiyel zarar veren  diğer sömürü” olarak tanımlamıştır.   Çocuğa yönelik kötü muamele ile ilgili literatürde en yaygın kabul gören ve kullanılan tanıma  göre (Barnett vd., 1993) fiziksel, cinsel, psikolojik/duygusal istismar ve ihmal olmak üzere çocuğa yönelik dört tür kötü muamele bulunmaktadır. Görüldüğü üzere istismar ve ihmal, kötü  muamelenin temel iki boyutunu oluşturmaktadır. Yakın bir tarihte Grahaman & Howell (2011)  yukarıda belirlenen dört tür kötü muameleye beşinci bir türün daha eklenmesi gerektiğini  belirtmiştir. Buna göre, aile içi şiddete maruz kalma, diğer hiçbir kategoriye dahil edilemeyecek  ayrı bir durumdur. Buna göre, aile içi şiddet, diğer kötü muamele türlerine maruz kalmada daha  yüksek risk içeren bir durumdur. Literatürde “çoklu mağduriyet” olarak ifade edilir.  1.1.1. Fiziksel şiddet/istismar  Fiziksel şiddet; yumruklama, tekmeleme, sarsma, tokatlama, saçını çekme, boğazını sıkmak,  ısırmak gibi temas içeren kuvvete dayalı davranışları, herhangi bir eşya, araç ile vurmak, zarar  vermek, alkol ya da madde kullanımına zorlamak, ihtiyacı olan fiziksel desteği (tekerlekli  sandalye) esirgemek, çeşitli işgencelere maruz bırakmak olarak sıralanabilir.  Bununla birlikte hamileyken sigara içme gibi davranışlar da çocuğa yönelik fiziksel istismarı  içerir. Howe (2005) fiziksel şiddeti, çocuğun fiziksel bütünlüğüne bir yetişkin tarafından  yöneltilen saldırı olarak tanımlamıştır (Karan, 2021). Fiziksel şiddet, somut olarak görülebildiği  için diğer istismar türlerine göre tespit edilmesi daha kolaydır.   1.1.2. Psikolojik Şiddet/İstismar  Mağdurun aşağılandığı, değersizleştirildiği, hakarete uğradığı, sözlü saldırılardır. Bunun  sonucunda bireyde kendisiyle ilgili suçlu, başarısız, işe yaramaz, günahkar vb olduğuna dair olumsuz bilişler oluşabilir. Psikolojik şiddet, temel anlamıyla yetişkin bireylerin sözlü istismar  içinde bulunması veya çocuktan aşırı beklenti içinde olması anlamına gelmektedir (Trickett vd.,  2011; akt. Karan, 2021). Çocuğu yönelik aşağılayıcı ve küçük düşürücü sözler kullanma, lakap  takma, fiziksel ve bilişsel olarak kaldırabileceğinden daha ağır sorumluluk yükleme gibi  davranışlarla karakterizedir. Duygusal istismar yoluyla çocuğu utandırma, suçlama ve eleştirme  ile çocuğun benlik saygısı zedelenir, duygusal gelişimi olumsuz yönde etkilenir (Howe, 2005;  Loue, 2005; akt. Karan, 2021). Duygusal istismar, cinsel istismara benzer şekilde daha nadir  tespit edilebilir ve kontrol altına alınabilir. Ebeveynin çocuk üzerinde sahip olduğu hakların  toplum tarafından kabulü kültürden kültüre değişiklik göstermektedir. Bununla birlikte  duygusal istismarın tespiti bilinç düzeyiyle yakından ilişkilidir. Modern toplumlarda çocuğun  ebeveynlerden ayrı bir birey olduğu, fiziksel ve duygusal bütünlüğünün sağlanması gerektiği  düşüncesi duygusal istismara olan algıyı artırmaktadır. 1.1.3. Cinsel Şiddet/İstismar  Aile içi cinsel istismar kadına ve çocuğa yönelik olmaktadır. Cinsel istismar, psikolojik ve  fiziksel şiddeti de barındırmaktadır.  Dünya Sağlık Örgütü (WHO) çocuk istismarını “çocuğun tam olarak kavrayamadığı, gelişimsel  olarak hazırlıklı olmadığı ve rıza veremediği veya toplumun yasalarını ve sosyal tabularını ihlal  eden cinsel aktiviteye dahil olması” olarak tanımlar. Literatürdeki bir diğer yaygın tanıma göre  ise çocuk cinsel istismarı, “henüz cinsel gelişimini tamamlamamış bir çocuğun, bir erişkin  tarafından cinsel arzu ve gereksinimini karşılamak için güç kullanması, tehdit veya kandırma  yoluyla kullanması”dır. Cinsel istismarının tanımlanmasında bir çocuk ve bir yetişkin  arasındaki cinsel eyleme vurgu yapılsa da aslında yaş farkı en az 5 yıl olduğunda ve küçük  çocuğun zorlama veya ikna yoluyla cinsel haz amacı güden eyleme maruz bırakılması durumu  da cinsel istismarı içerir. (Çetin vd, 2008; akt. Alpaslan, 2014) fakat yaş veya olgunluk farkının  ne kadar olması gerektiği konusunda evrensel bir anlaşma yoktur, bu noktada bireysel ve  külürel faktörler rol oynar. Çocuk cinsel istismarı üç koşuldan biri altında gerçekleşen cinsel  temas olarak tanımlanabilir: 1) kişiler arasında büyük bir yaş farkı olduğunda 2) çocuk üzerinde  bir yetki veya bakım veren ilişkisi olduğunda 3) çocuğa karşı şiddet veya kandırma yolu  kullanıldığında (Finkelhor, 1984). Cinsel istismar çok çeşitli şekillerde gerçekleşebilir. Temas  içermeyen (sözlü ifadeler, teşhir etme, röntgenleme), dokunma, oral seks, penetrasyonun  olmadığı tür (sürtünme), penetrasyon ve cinsel sömürü (çocuk pornografisi ve fuhuş) cinsel  istismarın alt türlerini oluşturmaktadır. (Özen & Şener, 1997; akt. Aktepe, 2009). Cinsel istismar mağduru olan çocukların üçte ikisinin cinsiyeti kızdır. (Finkelhor,1984). Bununla  birlikte klinik vakalardaki erkek sayısının düşüklüğünün bir nedeni, erkek çocukların cinsel  istismarının tespit edilme olasılığının daha düşük olmasıdır. Toplumsal cinsiyet rollerinin de  etkisiyle erkek çocukların yardım isteme davranışı daha az görülmekle birlikte, erkek çocuklar  eril itibarı kaybetme ve eşcinsel damgalanmadan kaçınmak için cinsel istismarı ifşa etmiyor  olabilir. (Finkelhor,1984)  Aile içi cinsel istismar mağduru kadınlar, utandıkları ve kendilerini suçlu hissettikleri için bunu  açıklamamakta, hukuki süreçler sonucu durumu beyan etmektedirler. İnsan Haklarına aykırı  olan cinsel mağduriyetlerle ilgili daha fazla çalışma yapılarak toplumsal duyarlılık için katkı  sağlanabilir. 1.1.4. Ekonomik Şiddet/İstismar  Kişinin maddiyatı bir güç unsuru olarak kullanarak diğeri üzerinde tahakküm kurmasıyla  sonuçlanan, ekonomik kaynaklarla tehdit, aşağılama, ceza amaçlı denetim sağlamasıdır. Ekonomik şiddet, hanehalkı harcamalarını karşılamamak, aile bireylerine yeterli parayı  vermemek, çalışma hayatını kısıtlamak, parayı elinden almak, para yönetimini eleştirmek gibi  eylemlerden oluşmaktadır (Korkut Owen & Owen, 2008; akt. Tatlılıoğlu, 2013). Birini  çalışmaya zorlamak, çalışmasını engellemek, borçlu olmak, başkasının gelirini almak da  ekonomik şiddet kategorisine girmektedir.  “Türkiye'de Kadına Yönelik Aile İçi Şiddet Araştırması” (2014) sonuçları, kadınların  %30'unun hayatlarının herhangi bir döneminde eşleri tarafından ekonomik şiddete maruz  kaldığını ortaya koymuştur (KSGM, 2014). Literatürde, çocuklara yönelik ekonomik şiddetin  sıklığı veya yaygınlık oranlarına odaklanan çalışma bulunmamaktadır. Bununla birlikte, tek  ebeveynlik, ebeveyn çalışma durumu (işsizlik ve/veya yarı zamanlı çalışma) ve düşük sosyo  ekonomik durumun ekonomik şiddet açısından çocuklara kötü muamele olasılığını artıran risk  faktörleri olabileceği vurgulanmıştır (Paxson & Waldfogel, 1999). Ekonomik şiddet mağduru  bireylerde yaygın biçimde umutsuzluk, çaresizlik, aşağılanmaya bağlı olarak benlik saygısında  azalma görülebilmektedir.  2. Aile İçi Şiddet ve Çocuk Maruziyeti  Aile, bireylerin sevgi, güvenlik ve bağlılık aradığı yer olarak tanımlanabilir. Bununla birlikte  bu sığınak, aile üyelerine, özellikle de kadınlara ve çocuklara yönelik şiddet uygulandığında  tehlikeli bir yer haline gelmektedir. Aile içi şiddet, ailenin çocuk için sıcak bir yuva olmasını   engelleyen davranışlar bütünüdür ve bu bağlamda, 'ev içinde, çiftler ve diğer aile üyeleri  arasındaki şiddet' olarak tanımlanabilir. Resmi bir kavram olarak WHO (1997) aile içi şiddeti  “mevcut veya eski erkek partnerler tarafından yetişkin ve ergen kadınlara karşı kullanılan  cinsel, psikolojik ve fiziksel olarak zorlayıcı eylemler dizisi” olarak tanımlamıştır. Kısaca, yetersiz sevgi, hakaret, tehdit, zorla cinsel ilişki, eşler arasında kadın ve çocukların fiziksel ve  psikolojik bütünlüğünü etkileyen zararlı davranışlar olarak aile içi şiddetin uygulandığı  görülür (Page ve İnce, 2008).   Aile içi şiddetin fiziksel, psikolojik/duygusal, cinsel veya ekonomik olması mümkündür.  Örneğin, yapılan bir araştırmaya göre 4 kadından neredeyse 2’si (%50’ye yakını) partnerleri  tarafından tecavüze uğradığını bildirmektedir. Dong ve ark. (2004), ihmali fiziksel ihmal ve  duygusal ihmal olmak üzere iki şekilde sınıflandırır. Tüm bu formlar, faillerin aile veya yakın  akrabalar içinde uyguladıkları bazı davranışlarla ilgili şiddeti ifade etmektedir.  Fiziksel şiddet, başka birine vurmak, itmek veya bir şey fırlatmak olarak tanımlanabilir.  Psikolojik şiddet, birini korkutmak, fiziksel şiddet tehdidinde bulunmak veya başka birine  hakaret etmekle gibi eylemleri içermektedir. Fiziksel ihmal, yetersiz yiyecek, giyecek veya  kişiyi önemsememeyi içerir. Ayrıca duygusal ihmal, aile arasında yetersiz destek ve sevgi,  anne-baba ve çocuklar arasındaki zayıf iletişimi içermektedir. Son olarak cinsel şiddet, bir  kişinin vücuduna izinsiz olarak dokunma, herhangi bir cinsel ilişkiye girmeye teşebbüs etme  gibi davranışlarla ilgilidir (Dong ve ark., 2004). Cinsel şiddetin mağduru öncelikle kadınlar  olarak görülse de çocuklar da aile içinde babaları, amcaları, erkek kardeşleri veya diğer  akrabaları tarafından cinsel şiddete maruz kalmaktadır. Cinsel şiddet, şiddetin en görünmez  şekli olduğundan bu suç, ailenin adını ve namusunu korumak için bir sır olarak  saklanmaktadır (Innocenti Digest, 2000). Sonuç olarak, fiziksel, sözlü-psikolojik, cinsel ve  ekonomik gibi diğer şiddet biçimleri aile içi şiddetle ilişkilendirildiğinden, aile içi şiddetin  varlığı tek bir şiddet biçimi olarak düşünülmemelidir. Literatür incelendiğinde, aile içi  şiddetin, eğitim ve gelir düzeyi, evlilik yaşı ve coğrafi konum gibi çeşitli demografik  özelliklerle bağlantılı olduğu görülmektedir (Pournaghash-Tehrani, 2011). Yapılan  araştırmalara göre, ailenin eğitim düzeyi arttıkça aile içi şiddet oranı düşmektedir. Ayrıca,  ailenin sosyal statüsü aile içi şiddet riskini artırabilir veya azaltabilir. Erdem (2012) ise  kişilerin bu durumu gizlemeyi tercih etmelerine rağmen, eğitim düzeyi yüksek ailelerde de  şiddetin görüldüğünü vurgulamıştır (akt. Uçar, 2003). Düşük sosyal statü, yüksek sosyal statü  ile karşılaştırıldığında şiddet riskini artırabilen bir etmen olarak karşımıza çıkar (Pournaghash-Tehrani, 2011). Bu durumda demografik özellikler ve şiddet biçimi sosyal  sınıflara göre kategorize edilebilir.   Zara-Page & İnce (2008), “aile içi şiddetin” ağırlıklı olarak erkeğin kadına evde uyguladığı  şiddet olarak algılansa da diğer aile üyeleri arasında da görülebileceğini belirtmiştir. Bu  düşünceyle tutarlı bir biçimde, Summers (2006), “aile içi” teriminin “hane içi” anlamına  geldiğini ve bu nedenle aile içi şiddetin ebeveynler, kardeşler arasındaki şiddeti ve çocuklara  yönelik aile içi şiddeti içerebileceğini belirtmiştir.   Bir çocuğun aile içi şiddete maruz kalması içi şiddeti gözleriyle görmesine gerek yoktur  (Meltzer vd., 2009). Bu bağlamda çocukların aile içi şiddet deneyimlerini ifade ederken “tanık  olmak” terimi yerine “maruz kalma” terimi kullanılmaktadır. Nitekim, Hester ve ark. (2000),  tanıklığın neleri kapsadığı konusunda birçok tartışmalı tanım olduğunu vurgulamıştır. Buna  göre çocuğun birincil elden şiddeti deneyimlememesine rağmen evde duyduğu travmatik  olayları açıkça tanımlayabilir.  3. Aile İçi Şiddete Teorik Yaklaşım   3.1. Bağlanma teorisi  Amerikalı gelişim psikoloğu olan Mary Ainsworth ve psikiyatrist John Bowlby, yaptıkları  çalışmalar ile üç farklı bağlanma stili olduğunu keşfetmiştir. Ainsworth 1954 yılında Afrika’da  yaptığı çalışmalar sonucunda bağlanma stili ile ilgili görüşlerini temellendirmiştir. Buna göre  bebeklerin, bakımvereni yanından ayrıldığında ve geri döndüğünde verdiği tepkiler bağlamında  ciddi farklılıklar tespit eden Ainsworth, görüşlerini üç farklı bağlanma türü adı altında  raporlamış, üç önemli temeli vurgulamıştır:  • Bebeklerini emziren anneler ile çocukları daha güvenli bir bağlanma profili  sergilemiştir.  • Anne bakımı arttıkça ve bebekler, annenin gittiği yerlerde daha fazla yanında oldukça,  güvenli bağlanma daha fazla sağlanmıştır.  • Güvenli bağlanmada annelerin endişelerinin ve bebeğe karşı olan duyarlılığının önemli  bir etkisi vardır. Buna göre, bebeğinin duygu ifadelerini algılamaya daha duyarlı ve  istekli olan anneler ile çocukları arasında güvenli bağ oluşmuştur (IJzendoorn &  Bakermans-Kranenburg, 2004; akt. İstanbul Üniversitesi AÖF Ders Materyali).  Ainsworth ve Bowlby tarafından gerçekleştirilen deney sonucunda üç temel bağlanma stili  belirlenmiştir.   Güvenli Bağlanma  Güvenli bağlanan bebeklerin anne odadan çıktığında huzursuz olmakla birlikte, geri geldiğinde  mutlu olduğu; anne odadayken etrafı keşfetmeye devam ettiği görülür. Bu bağlamda güvenli  bağlanan bebekler yakınlığı koruyabilir, rahatlık arar ve bakımveren kişi yanındayken güven  duyar (Görünmez, 2006). Yetişkinliğinde duygularını, düşüncelerini rahat paylaşabilen, uzun  ve güven temelli ilişkiler kurabilen, empatik, uyumlu bireyler oldukları bilinmektedir.  Kaygılı bağlanma  Bakım verenin, çocuğun ihtiyaçlarına karşı sergilediği istikrarsız tutum sonucu çocuk benzer  bir davranış sergiler; bir taraftan bağlandığı kişiyle çok yakın bir ilişki kurmak ister diğer  taraftan tedirgin, mesafelidir. Kaygılı bağlanan bebeklerin hem kaygılı hem öfkeli olduğu,  bakımverenin gidişiyle birlikte etrafı keşfetmeyi tamamiyle bıraktıkları, bakımveren geri  geldiğinde ise hem bakımveren ile temasa geçme dürtülerinin hem de onları uzaklaştırma  dürtülerinin olduğu görülmektedir (Soysal vd., 2015). Bowlby'nin (1969) Bağlanma Teorisinin yanı sıra, Bandura'nın Sosyal Öğrenme Teorisi  (1961), bu arayış için başka bir kavramsal çerçeve sağlar. Bu teori, birincil bakım verenin  istismarcı olduğu durumlarda gelişmesi daha olası olan güvensiz bağlanmanın gelecekteki  davranışsal ve psikolojik problemler için bir risk faktörü olabileceğini öne sürerek, çocukların  ev içi ilişkilere maruz kalmasının etkilerinin altında yatan psikolojik mekanizmanın daha iyi  anlaşılmasını sağlar.  Kaçınmacı Bağlanma  Birincil bakım veren kişiye karşı duyarsız davranan çocuk, yaşamış olduğu duygusal veya  fiziksel istismar nedeniyle ilişki kurmaktan kaçınmaktadır. Kaçınmacı bağlanan bebeklerin,  bakımveren kişinin odadan ayrılmasından etkilenmediği; bununla birlikte bakımveren odaya  tekrar geldiğinde hiçbir şey olmamış gibi oyuncaklarla ilgilendikleri görülür (Görünmez, 2006).  Son dönemde literatürdeki çalışmalar incelendiğinde anne-çocuk ilişkisini araştıran  makalelerin ciddi bir bölümünün bağlanma teorisi bağlamında temellendirildiği görülmektedir  (Donley, 1993; akt. Soysal vd., 2015). Çelişkili sonuçlar ve yanlış metodoloji izlendiğine dair  eleştirilere rağmen, doğum öncesi anne-çocuk bağlanması ile ilgili araştırmalar da literatüre  katkı sunmaktadır (Muller, 1992).  Güvenli bağlanmanın sosyal uyum ve sosyal destek arama eğilimini artırdığı, daha iyi sosyal  ilişkiler kurmayı sağladığı, akademik başarıyı etkilediği, daha yüksek benlik saygısı ve  özyeterliği sağladığına yönelik bulgular vardır (Guarnieri vd., 2015). Yapılan araştırmalar, anne  ile kurulan bağlanma ilişkisinin yaşam kalitesinin temel bir göstergesi olduğunu  göstermektedir.  Dört Aşamalı Bağlanma Deneyimi  Ayrımsız Tepki Aşaması  Bu aşamada bebekler, yaklaşık 3 aya kadar çevresindeki insanlara benzer tepkiler gösterir.  Bebekler, anne veya yakın çevre ayrımı yapmaz. Doğumdan sonra bebeklerin seçici olarak  insan yüzlerini ve seslerini tercih ettikleri görülmektedir. Bu aşamada bebekler tarafından  gösterilen davranış biçimleri ağlama, ulaşmaya çalışma, mimik ve hareket takibi, kavramaya  çalışma ve gülümseme şeklinde oluşur. Gülümseme, bebek ile bakımveren arasındaki ilişkiyi  olumlu yönde etkilese de bu aşamada bebek ayırt etmeden gülümser (Yıldız, 2008). Bu  dönemdeki bir bebek, bakımveren ile karşılaştığında, genellikle ağlamayı bırakır ve olumlu  tepkiler veren bakımveren ile daha fazla vakit geçirmeye çalışır. Tanıdık Yüzlere ve Sinyallere Yönelme Aşaması  3 ila 6 ay arasındaki bebekler, açık bir biçimde anne/bakımveren figürünü, diğerlerine tercih  eder. Bu dönem, anne ile çocuk arasındaki bağlanma ilişkisinin açık bir biçimde yoğunlaştığı  bir dönemdir. Bu aşamada, bebek, en güçlü bağlanma duygusunu, kendi ihtiyaçlarına en hızlı  yanıt veren ve en sevgi dolu ilişkiyi veren ile kurar (Sümer & Güngör, 1999)  Temel Yakın Figür Arama  Doğumdan sonraki 6 ay ile yaşamın 3. Senesine kadar devam eder. Bu dönemde bebek,  insanlara karşı daha fazla ayırt edici bir biçimde yaklaşır ve bakımveren kişi bebeğin  hayatında ana figür olur. Bebek, annenin davranışlarını gözetir, anne ortamdan uzaklaştığında  takip eder, anne geldiğinde tepki verir. Bu aşamada bebek, kendisiyle etkileşime geçmeye  çalışan kişilerde olumlu figür-olumsuz figür ayrımı yapar (Şimşek, 2008).  Ortaklık Davranışında Değişim  Bu aşama, 3 yaştan çocukluğun sonuna kadar devam eder. Bebek, annesi ile bir bütün  olmadığını, bakımverenin kendisinden başka şeyler hisseden ve başka güdülere sahip olan biri  olduğunu anlamaya başlar ve giderek annenin kendisinden kopmasına izin verir.  Estrada ve ark. (1987) gerçekleştirdikleri boylamsal bir çalışmada anne-çocuk ilişkisindeki  duygusal kalitenin bilişsel performans üzerindeki etkisini ölçmüştür. Araştırma sonucuna göre  4 yaşındaki anne çocuk ilişkisinin duygusal kalitesi, 4 yaşında zihinsel yetenek, 5-6 yaşlarında  okula hazır bulunuşluk, 6 yaşında IQ ve 12 yaşında okul başarısı ile önemli ölçüde ilişkili  bulunmuştur. Araştırmada annenin IQ seviyesi, sosyoekonomik durumu ve çocukların deneyin  başlangıç aşamasındaki bilişsel yetenekleri kontrol altına alındığında dahi, anne-çocuk  ilişkisinin bilişsel performans üzerindeki etkisi anlamlı bulunmuştur. Bu bulgular, anne-çocuk  ilişkisindeki bağlanma kalitesinin bilişsel yeteneklere olan etkisini göstermesi açısından  oldukça önemlidir. Yapılan araştırmada annenin çocuk üzerindeki bilişsel performansı; çocuğu  problem çözmesi konusunda destekleyerek, çocuğun sosyal yeterliğini, yetişkinler ile çocuklar  arasındaki bilgi akışını etkileyerek ve çocuğun keşfetme eğilimine destek olarak olmak üzere  artırabileceği bulunmuştur. 3.2. Sosyal Öğrenme Teorisi   Gözlem ve taklit etme yoluyla temel yaşam becerilerinin kazanılır, dikkat etme, akılda tutma,  davranış tekrarı, motivasyon süreçleriyle birey çevresinden davranış modelini alır. Albert Bandura (1977), insanların kişisel deneyimlerden ziyade gözleme dayalı olarak  öğrendiğini vurgulayan sosyal öğrenme teorisini ortaya atmıştır. Bandura tarafından 1961  yılında gerçekleştirilen “Bobo Bebek Deneyi” ile popüler hale gelen kurama göre, çocukların  yetişkinleri taklit ederek nasıl davranacağını kontrol ettiği, sosyal çevreden ipuçları aldığı ve  buna göre davrandığı söylenmektedir. Sözlü/sözsüz iletişimin çocuk üzerindeki etkisinin  incelendiği araştırmalarda, çocukların çevresindeki kişilerin davranışlarını modellediği ve buna  göre kendine bir davranış repertuarı oluşturduğu bulunmuştur (Pingley, 2017). Bobo Bebek deneyinde, çevresindeki kişilerin saldırgan davranışlar sergilediğini gören bebeğin  de benzer şekilde davranış taklidi yoluna gidip oyuncaklara karşı saldırgan davrandığı deneyin  temel sonuçlarındandır. Bu bağlamda, Robinson & Suarez (2015), sosyal öğrenme kuramı  aracılığıyla çocukların davranışlarının, aile içi şiddete maruz kalma durumundan nasıl  etkileneceğinin anlaşılabileceğini öne sürmüştür. Buna göre, saldırganlık, anti-sosyal  davranışlar, manipülatif davranışlar, öfke problemleri gibi durumların altında yatan sebeplerde  öğrenme mekanizmalarının önemli olduğu belirtilmiştir.  3.1. Benliği Susturma Kuramı  Yakın ilişkilerde çatışmayı önleme amacıyla birey duygu ve düşüncelerini ifade etmeyerek  sürdürme çabasında olabilir. Benliği susturma kuramı Jack (1991) tarafından ortaya atılan,  bireylerin herhangi bir anlaşmazlıktan ve mevcut ilişkilerini kaybetme olasılığından kaçınmak  için kendilerini ifade etmelerini veya eylemlerini engelleyebileceklerini ve benliklerinin önemli  kısımlarını ifade etmemeyi tercih edebilecekleri üzerine teorize edilen bir yaklaşımdır.  Literatür incelendiğinde, aile içi şiddete maruz kalan çocukları, maruz kalmayan kontrol  gruplarıyla karşılaştıran birçok çalışma bulunmaktadır. Bu çalışmalardan bazılarında tedavi ve  kontrol grupları arasında içselleştirme davranışları açısından önemli farklılıklar olduğu  görülmüştür. Örnek vermek gerekirse, aile içi şiddete maruz kalan çocukların, şiddete maruz  kalmayan gruplara göre geri çekilme gibi içselleştirici davranışların daha fazla olduğu  bulunmuştur (Diamond & Muller, 2004). Bu çalışmada, benliği susturma teorisinin, aile içi  şiddete maruz kalan çocukların (en azından bazılarının) neden içselleştirilmiş davranışlar  sergilediğini, daha içe kapanık hale geldiklerini veya kendilerini ifade etmekten kaçındıklarını  anlamaya yardımcı olabileceği görülmektedir.  4. Aile İçi Şiddete Maruz Kalma’nın Sonuçları  Aile içi şiddete maruz kalmanın sonucu her çocukta ayrı davranışsal ve psikososyal çıktılara  neden olabilir. Yapılan araştırmalar, aile içi şiddete maruz kalan çocukların olumsuz  davranışsal ve psikososyal sonuçlara sahip olma olasılığının daha yüksek olduğunu ortaya  koymaktadır (Diamond & Muller, 2004). Buna göre aile içi şiddete maruz kalan çocukların,  aile içi şiddete maruz kalmayan çocuklara göre hem içselleştirme hem de dışsallaştırma  sorunlarının daha yüksek düzeyde olduğu bulunmuştur. Maikovich ve ark. (2008), önceki  ebeveyn-çocuk fiziksel saldırganlığının dışsallaştırma davranışlarının daha güçlü bir  yordayıcısı olduğunu, yakın partner şiddetinin ise gelecekteki içselleştirici davranışlarla daha  güçlü bir şekilde ilişkili olduğunu belirtmiştir. Bu bağlamda, aile içi şiddete maruz kalan  çocukların dışsallaştırma ve içselleştirme davranışlarının sıklığını, hangi durumlarda daha çok  ortaya çıktığını, dışsallaştırma ve içselleştirme türlerinin neler olduğunu tespit etmek önem arz  etmektedir.  4.1. Dışsallaştırma Davranışları  Çocuk, ailede yaşanan çatışmaları kendi akranlarına yansıtabilir. Pingley (2017), dışsallaştırma  davranışlarının akran ilişkilerinde zorbalık, saldırganlık ve şiddet gibi dışa açılan olumsuz  davranışlar olarak tanımlar. Doğrudan veya dolaylı olarak şiddete maruz kalan çocukların:  saldırganlık, hiperaktivite gibi dışsallaştırıcı davranışlar ve/veya davranış bozuklukları  semptomları sergileme ihtimalinin yüksek olduğu görülmektedir. Ayrıca aile içi şiddete maruz  kalan çocukların sosyal beceri ve yeterliliklerinde eksiklikler, okulda güçlükler (örn.  devamsızlık, düşük akademik başarı), zorbalık, çığlık atma ve/veya yere yapışma davranışları,  konuşma bozuklukları ve yeme bozuklukları geliştirmesi de muhtemel olarak görülmektedir.  (KSGM, 2014). Dutton (2000), çocukların aile içi şiddete maruz kaldıktan sonra öfke nöbetleri  yaşayabileceklerini ve akranları ve kardeşleriyle kavga etme olasılıklarının yüksek olduğunu  belirtmiştir. Buna göre çocukların olumsuz davranışlarla (örneğin, fiziksel saldırganlık) birlikte  ebeveyn çatışmasına maruz kaldıklarında, saldırgan davranışlar sergileme olasılıkları daha  yüksektir.   Çocukluk çağında aile içi şiddete maruz kalındığında gösterilen dışsallaştırıcı davranışlardan  en önemlilerinden biri zorbalıktır. Olweus (1993) zorbalığı okulda bir veya daha fazla akran  tarafından sürekli ve zamanla olumsuz eylemlere maruz kalmak olarak tanımlamıştır. Zorba ve  kurban ilişkisi yaş, güç, sosyal statü, fiziksel kapasite gibi çok çeşitli faktörlerden etkilenen bir  konudur. Zorbalık, çocukluk çağında önemli bir problemdir ve yalnızca zorba ile kurbanı değil,  tüm çevreyi etkilemektedir. Zorbalık türleri incelendiğinde, doğrudan yapılan zorbalıklar,  ilişkisel zorbalıklar ve siber zorbalık gibi farklı türlere ayrıldığı görülür.  Doğrudan zorbalık, mekânsal ve zamansal olarak aynı yerde bulunarak bir başkasına kasıtlı bir  biçimde zarar vermek anlamına gelirken, ilişkisel zorbalık arkadaşlar arası ilişkileri kopartmak  (görmezden gelmek, iftira atmak, söylenti yaymak vb.) durumunu içerir. Siber zorbalık ise,  elektronik araçlar aracılığıyla yapılan, birine kasıtlı bir biçimde zarar vermeyi içeren davranış  türüdür. Doğrudan zorbalık, fiziksel (tekmeleme, vurma, itme vb.) ve sözlü (isim/ad takma,  tehdit etme) olmak üzere iki şekilde değerlendirilir.  Literatür incelendiğinde, zorba kişilerin sahip olduğu birtakım ortak özelliklerin olduğu  görülmektedir. Hiperaktivite ve dürtüsellik düzeyinin yüksek olması, IQ puanının düşük olması  zorbalığın tetikleyicileri olarak bilinirken, sosyal kaygısı yüksek olma, içine kapanık olma gibi  durumların ise kurban olmayı tetiklediği görülmektedir. (Farrington & Baldry, 2010),   Zorbalığa hem tanık olmak hem de zorbalık yaşamak çocuklar üzerinde kısa ve uzun vadeli  olumsuz etkilere neden olmaktadır. Zorbalığın kurbanı olmak düşük benlik saygısına, düşük  öz-yeterliğe, yüksek depresyon düzeyine ve hatta intihar girişimlerine yol açabilir. Ayrıca  zorbalığa maruz kalan kişi olmanın da okula düşük bağlılık ve düşük akademik performansa  yol açabileceği bulunmuştur (Brown & Taylor 2008). Kısacası, okul yıllarında zorbalığa maruz  kalmak çocukların sonraki yaşamları için risk faktörleri oluşturduğunu söylemek yanlış  olmayacaktır.   Aile içi şiddete maruz kalan çocukların zorbalık ile ilişkisi incelendiğinde, ikisi arasında  arasında pozitif bir ilişki olduğunu vurgulayan birçok çalışma bulunmaktadır. Örneğin, bir  çocuğun aile üyeleri bir suç işlediyse, akranlarına zorbalık yapma olasılıklarının daha yüksek  olduğu görülmüştür. Bu araştırma bulgularını destekler şekilde, aile içi şiddete maruz kalan  çocukların okulda başkalarına zorbalık yapma eğiliminde oldukları da literatüre giren bir başka  araştırmanın sonuçlarındandır (Bowes vd., 2009). Sorunların çözümü için şiddet uygulanan bir  ortamda yetişen çocuk, öfke anında öğrenilen davranış modeline baş vurmaktadır.  4.2. İçselleştirme Davranışları   Gelişim döneminde şiddete maruz kalan çocuklar, yaşananlardan dolayı kendilerini  suçlamakta, üzüntüsünü, kızgınlığını korktuğu için ifade edememektedir. Mağdur olan  ebeveynin yardım talebi veya duygularını çocuğa aktarması, eşler arası diyaloğu çocuk  üzerinden devam ettirme vb tutumlar, çocukta patolojik suçluluk duygusu oluşmasına neden  olmaktadır. Pingley (2017), içselleştirme davranışlarının kaygı, depresyon ya da bedensel  şikayetler gibi içe odaklı olumsuz davranışlar olarak tanımlanabileceğini belirtmiştir. Buna göre  içselleştirme davranışları içe yönelik olup sosyal izolasyon, kaygı, geri çekilme ve depresyonu  içermektedir.  Doğrudan veya dolaylı olarak aile içi şiddete maruz kalan çocukların kaygı, dikkat dağınıklığı,  sosyal geri çekilme, depresyon ve intihar düşünceleri gibi içselleştirme sorunları yaşamaları  muhtemel olarak görülebilir (Pingley, 2017).  İçselleştirme davranışları depresyon veya anksiyete gibi bireyin kendi işleyişi açısından  öncelikle içe dönük zorluklara yol açabilecek eylemler olduğu söylenebilir. Hester ve ark. (2000), şiddete maruz kalan çocukların üzüntü, kendine zarar verme davranışları ve depresyon  gösterme olasılıklarının yüksek olduğunu bulmuşlardır. Ayrıca Pelcovitz ve ark. (2000) aile içi  şiddete tanık olan çocukların kaygı, depresyon ve madde bağımlılığı açısından risk grubunda  olduğunu bulmuşlardır. Ayrıca, hırpalanmış kadınların çocuklarının %23'ünün depresyon ve  anksiyete için klinik kriterleri karşıladığı bulunmuştur (Grych vd., 2000). Bu çalışmada,  olumsuz kişisel ve ilişkisel sonuçlarla ilişkili olduğu saptanan (Göncü ve Sümer, 2011), ancak  çocuğun aile içi şiddete maruz kalmasının bir sonuç değişkeni olarak araştırılmayan bir diğer  içselleştirici davranış sorunu olan kendilik davranışlarını susturma da incelenmiştir. Aile içi  şiddete şahit olmuş, bizzat yaşamış çocukların duruma sessizce boyun eğdikleri, öfke ve  saldırganlığı kontrol altına alma becerisini geliştirmekte zorluk yaşadıkları, sıklıkla davranış  bozukluğu sergiledikleri görülmektedir.  5. Aile İçi Şiddet’te Anne’nin Rolü  Baba imgesiyle özdeşim yapma arzusunda olan çocuk, istediğini yaptırmak için şiddete  yönelebilir. Aile içi şiddete maruz kalan çocukların bu duruma karşı geliştireceği bozukluk ve  problemlerle başa çıkmada anne-çocuk ilişkilerinin önemi giderek daha önemli görülmektedir (Katz, 2015). Aile içi şiddetin faili olan kişi dışında, çocuğu istismara uğratmayan aile üyesi ile  geliştirilen olumlu bir ilişkinin, çocuğu aile içi şiddetin olumsuz sonuçlarından koruyacağı  düşünülmektedir (Letourneau vd., 2007). İstatistikler incelendiğinde, bu kişinin genellikle anne  olduğu görülmektedir.  Örneğin, ebeveynler arası çatışma ve şiddet durumunda, çocuğun bundan nasıl etkileneceğine  dair yapılan araştırmalar, anne ile kurulan ilişkide güven verici, sıcak, duygusal bir alt yapının  olmasının, aile içi şiddetin olumsuz etkilerini azaltmada bir aracı faktör olabileceğini  göstermektedir. Bu bağlamda, aile içi şiddetin içselleştirme ve dışsallaştırma davranışlarına yol  açan olumsuz psikolojik etkilerini azaltmak için annenin önemli bir rol üstlendiği söylenebilir.  Bununla birlikte, annenin aile içi şiddet vasıtasıyla yaşadıkları, çocuğu ile kurduğu ilişkiyi  olumsuz olarak etkiler. Bu durum annenin çocuğa karşı güven verici bir yaklaşım sergileme  ihtimalini azaltır.  Yapılan araştırmalarda, hamileyken aile içi şiddet yaşayan bir kadının hamile olduğu süreçte  ve doğumdan sonra da çocuğuyla yakın bir ilişki kurmaktan kaçındığı; bu durumun çocuğun  annesine güvenli bir biçimde bağlanmasını etkilediğini göstermektedir (Levendosky, 2011)  Yapılan boylamsal çalışmanın sonucunda hamileyken maruz kalınan aile içi şiddet,  ebeveynliğin ilk biçimleriyle ve daha sonraki ebeveynlik davranışları ve çocuk ile olan  bağlanmada da etkili bulunmuştur. Buna göre, annelik duygusu, henüz hamileyken geliştirilen  ve içselleştirilen bir duygudur. Doğum öncesi aile içi şiddete maruz kalmak ise psikolojik bir  etki bırakmaktadır. Hamile kişi, annelik duygusuna ve çocuğa dair algılarına yönelik zihinsel  temsilleri üzerinde bir değişiklik yaşamaktadır. Araştırma bulguları ayrıca, hamilelik  sırasındaki bu anne temsillerinin, gözlemlenen ebeveynlik davranışları ve 1 yaşında çocuğa  bağlanma ile ilişkili olduğunu da göstermiştir.  Yanı sıra, eşler arasında gerçekleşen şiddetin, annenin çocuğuyla kurduğu ilişkide azalma,  azalan tepkisellik, artan ilgisizlik ve düşmanca ebeveynlik tavırları dahil olmak üzere, çok  çeşitli güvensiz bağlanmaya neden olabilecek davranışların anne tarafından sergilenme  ihtimalinin fazla olduğunu göstermektedir. Bu durumun sebepleri incelendiğinde, annenin  fiziksel, sözel, ekonomik veya cinsel manada şiddet davranışlarına maruz kalması, artan kaygı  ve sürekli tetikte olma hissiyle dolu olmasına neden olabilir. Yüksek düzeyde dikkat ve  uyarılma durumu ise, annenin çocuğuyla kurduğu ilişkiye kendini adayamaması manasına  gelebilir. Bu bağlamda, aile içi şiddetin birincil elden deneyimi çocukta olmasa dahi, anne  aracılığıyla bağlanmada yaşanan problemler ile aile içi şiddetin olumsuz sonuçlarına maruz  kalmaktadır.  Aile içi şiddete maruz kalan annenin çocuğuna karşı tepkiselliğinin azalması ve duyarsızlığının  artması, çocuğun içselleştirilme ve dışsallaştırma semptomlarıyla da ilişkilidir. Buna göre,  ebeveynler arasında yaşanan problemler bağlamında ebeveyn duyarlılıklarının azalması,  çocukların dünyaya dair güven dolu bir yer olduğu düşüncelerini azaltacak, koruma ve destek  kaynağı olarak annenin varlığını görünmez kılacaktır. Yanı sıra, anne tepkisizliği ve  duyarsızlığı bağlamında çocuğun gelişen duygu düzenleme ve başa çıkma kalıpları da  zedelenmeye uğrayabilir (Sturge-Apple & Davies, 2010).  Bununla birlikte aile içi şiddette annenin rolünün yanı sıra, çocuğun rolüne odaklanan  araştırmalar da bulunmaktadır. Çocuklar geleneksel olarak, yetişkinler ve toplum tarafından  eksik, savunmasız varlıklar olarak görülmektedir. Bu görüş son yıllarda sorgulanmaya  başlanmıştır. Buna göre çocukların yalnızca koşulları kabul etmekle kalmayıp, onları  etkilediğini ve değiştirdiği de görülmektedir. Bu argümanın özünde, çocukların olayları  dönüştürüp yeniden yapılandırma kapasitesine sahip aktif varlıklar olduğu görüşü yatmaktadır.  Yakın zamana kadar yalnızca alıcı olarak kodlanan çocukların, maruz kaldığı zarar düzeyine  göre nasıl bozukluk geliştirdiği literatürde temel araştırma konusuyken, son dönemde bu durum  değişmiştir. Buna göre çocuklar yalnızca sessizce acı çeken ve olan olayları yalnızca olduğu  gibi alan varlıklardır. Bununla birlikte son dönem araştırmalar, aile içi şiddete maruz kalan  çocukların karar verme, eylemde bulunma ve çevrelerini etkileme yeteneğine sahip olduklarını  göstermektedir. Çocuklar aile içi şiddetle yaşamaktan ciddi olumsuz etkiler yaşasalar da, bu  durumdaki birçok çocuk karar vermede aktif rol almak istemekte ve kendilerini ve başkalarını  desteklemekte eskisinden daha aktif olarak algılanmaktadır. Bu durum en iyi şekilde Mullender  ve ark. (2002) tarafından 24 anne ve 54 çocuk (8-17 yaş arası) ile yapılan derinlemesine  görüşmelere dayanan bir çalışmada gösterilmiştir (Katz, 2013). Araştırmadan elde edilen sonuçlar, çocukların dinlenmesinin ve aile içi şiddet olayına katılanlar olarak ciddiye  alınmasının önemli olduğunu göstermektedir. Buna göre araştırma sonucunda net bir biçimde  görünen olgu, çalışmaya katılan çocuk katılımcıların, çözüm bulma konusunda bilgi sahibi  olma ve aktif olma arzusu içinde olduklarını göstermektedir. Ayrıca, çalışmadaki birçok çocuk  olayda rol üstlenmeyi içeren başa çıkma stratejilerini tartışmış ve aile içi şiddete maruz kalan  diğer çocukları annelerini ve kardeşlerini desteklemek için aktif bir biçimde davranıştır.  Yapılan araştırmalar aracılığıyla anne-çocuk ilişkisinin çift yönlü bir süreç izlediği de  görülmüştür. Buna göre anne, çocuğun iyi oluşunu etkilediği gibi, çocuk da annenin iyi oluşunu  etkiler (Katz, 2013). Elde edilen bulgular, çocukların aile içi şiddetten nasıl zarar gördüğü  sorusunun hâkim olmaya devam ettiği bir alanda, aile içi şiddetle yaşarken ne yaptıkları ve nasıl  hareket ettikleri sorularını gündeme getirmesi açısından önemlidir. Geleceğin ebeveynleri, toplumun şekillenmesinde etkin rol oynayacak çocukların, fiziksel ve ruhsal gelişimlerini  sağlıklı sürdürebilmeleri için konuyla ilgili çalışmalar, farkındalık yaratmak adına etkili  olacaktır. SONUÇ  Aile, savunmasız bir biçimde doğan bebeğin, güven, huzur ve rahatlık duyguları aradığı bir  ortamdır. Aileye duyulan fiziksel ihtiyacın yanı sıra, çocuğun duygusal ihtiyaçlarının  karşılanması oldukça önemlidir. Bu anlamda, aile içi şiddetin, aileye duyulan çok yönlü  ihtiyacı zedelediği görülmektedir. Aile içi şiddet, bir aile üyesinin diğeri ve/veya diğerleri  üzerinde gösterdiği çok çeşitli olumsuz tepki türleri olarak ifade edilebilir. Aile içi şiddette  kadın ve çocuklar özellikle risk grubu altındadır. Buna göre, şiddet davranışlarına maruz  kalan kesimin genellikle kadın ve çocuklar olduğu söylenebilir. Kadın -anne-‘nin şiddete  maruz kaldığı bir düzlemde, çocuğuyla kurduğu ilişki de etkilenmektedir. Buna göre, anne,  henüz hamileyse veya erken yaş döneminde bir çocuğa sahipse, anne-çocuk arasındaki  etkileşim güvensiz bağlanmaya sebep olabilir. Çocuğun aile içi şiddet dolayısıyla yaşadığı  tüm olumsuz süreçlerde annenin önemli bir rolü bulunmaktadır. Buna göre, anne, sıcaklık,  duygusal yakınlık ve güven aracılığıyla aile içi şiddetin olumsuz etkilerini azaltabilir. Bu  nedenle aile içi şiddette anne faktörü oldukça önemlidir. Yapılan araştırmalar, çocuktaki aile  içi şiddete maruz kalma kaynaklı içselleştirme ve dışsallaştırma davranışlarının önlenmesinde  annenin önemini göstermektedir.