İşte Bu Doktor İndir
Ağırlık Döngüsü Nedir? Gün geçtikçe artan obezite prevelansı, obeziteye karşı çözüm arama yollarını beraberinde getirmektedir. Obez bireylerde yağ dokusunu azaltmak için sağlanan kilo kaybının azalmış hastalık riskleriyle güçlü bir ilişkisi olduğu öne sürülmektedir. Buna karşın sağlanan kilo kaybını uzun bir süre muhafaza etme olasılığı da oldukça azdır. Muhafaza edilemeyen kilo yeniden ağırlık kazanımlarına yol açmaktadır. Bu şekilde tekrarlanan kilo verme ve kiloyu yeniden kazanma dönemleri, ağırlık döngüsü olarak bilinen bir model oluşturmaktadır. Ağırlık döngüsü ilk olarak Yale Üniversitesinden Kelly D. Brownell tarafından ‘kilonun kaybedilmesi ve yeniden kazanılması döngüsü’ olarak tanımlanmıştır. Bir bireyin ağırlık döngüsünde olduğunu anlamak için kullanılan ortak bir tanı kriteri bulunmamaktadır. Bununla birlikte farklı tanı kriterlerinden birkaçı şu şekildedir; 1 veya daha fazla olmak üzere 5 kg ve üzerinde ağırlık kaybı ve tekrar kazanımı, 3 defa veya daha fazla 4,5 kg ve üzerinde ağırlık kaybı ve tekrar kazanımı Ağırlık döngüsü prevelansı oldukça geniş bir aralıkta dağılmaktadır. Henüz ortak bir tanı kriteri bulunmaması durumunun prevelansı etkilediği düşünülmektedir. Yapılan çalışmalar genel populasyonda ağırlık döngüsü prevelansının çeşitli sonuçları (%20-24) olduğunu belirtmektedir. Değerler erkekler için %20-35 aralığında iken kadınlar için %20-55 dir. Ağırlık Döngüsü Nedenleri Ağırlık döngüsünün nedeni olarak en yaygın tartışılan durum biyolojik regülasyonlardır. Vücut ağırlığı biyolojik, çevresel ve davranışsal baskılardan etkilenmekte ve bu baskılar da doğal olarak genetikten etkilenmektedir. Bu baskılar birbirleriyle etkileşim halindedir ve bütünleşik etkileri yetişkinlerde bir "kararlı denge" ağırlığı oluşturur. İnsanlar, bu baskıların her birindeki değişkenlik ve bunların altında yatan genetik çeşitlilik nedeniyle geniş bir ağırlık aralığı sergiler. Baskılardan herhangi birindeki değişiklik ise ‘kararlı denge’ ağırlığını değiştirebilir. Biyolojik, çevresel ve davranışsal baskıların, dayanak noktası altta yatan genetik eğilim olan bir denge üstüne konumlandığı düşünülmektedir. Herhangi bir baskı değişiminde denge bozulmakta ve kilo alma veya kilo verme yönüne doğru kaymaktadır. Biyolojik baskı olarak adlandırılan bileşen (homeostatik basınçlar), çevresel veya davranışsal baskılar değiştiğinde bir dengenin yeniden kurulmasından, organizmanın tükenmesini veya sonsuza kadar kilo almasını önlemekten sorumludur. Son yıllarda artan obezite ile beraber obezojen bir çevreye sahip olma oranını da arttırmıştır. Obezojen çevre çevresel ve davranışsal baskıları harekete geçirerek enerji depolanmasına yol açar. Metabolizma bu duruma sürekli kilo alımını önelemek için adapte olur ve çoğu insan için bu biyolojik adaptasyonlar obezojenik basınçlarla yeniden bir denge kurar ve yeni, daha yüksek bir ‘kararlı denge’ durumu meydana gelir. Bu kararlı durumu değişen yağlanma oranlarına adapte olabilmek için sürekli olarak yeniden ayarlanmaktadır. Diyete son derece lezzetli ve ödüllendirici bileşenler eklemek, beyindeki hedonik sistemleri daha fazla yemek için harekete geçirir ve dengeli bir durumu adapte etmek ve yeniden kurmak için homeostatik sistemleri daha da zorlaştırır. En yaygın diyet düzenli egzersizin eşlik ettiği az yağlı yiyeceklerin tüketildiği ve genel besin tüketimimi kısıtlandığı diyettir. Çevresel ve davranışsal baskılardaki kısıtıayıcı diyete yönelik değişiklikler başlangıçta kilo kaybına neden olmak için biyolojik adaptasyonlarla uyum içinde çalışarak daha düşük bir ağırlıkta ‘kararlı denge’ sağlanır. Ancak bu denge durumunda kilo verme süreçlerinde de iyi bilinen bir durum olarak ‘duvara çarpma’ ile karşılaşılır; daha fazla kilo vermek için çevresel ve davranışsal stratejiler bir adım öteye taşınmalıdır. Azaltılmış ağırlığı korumak için, bu kilo verme stratejileri süresiz olarak sürdürülmelidir. Çünkü homeostatik sistem bu düşük ağırlığık dengesine gelindiğinde sıfırlanmamaktadır. Ne yazık ki, çoğu insan kilo verme programını yaşam tarzlarında ve beslenme alışkanlıklarında geçici bir değişiklik olarak görmekte veya kilo vermek için yaptıkları değişiklikleri sürdürmekte zorluk yaşamaktadır. Stratejiler sürdürülmediğinde ise biyolojik adaptasyonlar (homeostatik denge) kilo alımı için itici bir güç haline gelmektedir. Hormonal faktörler de ağırlık döngüsünün nedenleri arasında gösterilmektedir. Hipotalamus çevreden gelen birçok sinyali yemenin başlaması-sonlandırılması ve sıklığının düzenlenmesi için birleştirir. Ağırlık kaybını sağlamak için yapılan enerji kısıtlaması sonucunda yiyecek alımının homeostatik olarak düzenlendiği bu mekanizmada güçlü bir iç yeme dürtüsü görülmektedir. İnsülin ve leptin bu mekanizmada varsayılan oyunculardır ve Anoreksijenik peptitlerin(POMC, CART…) ekspresyonlarını; Oreksijenik peptitlerin (nöro-peptit  Y, AgRP..)  inhibisyonunu sağlarmaktadırlar. Ağırlık kazanımı sırasında yağ dokusunun artması ile dolaşımda leptin ve insülin miktarı artmaktadır ve teorik olarak bu durumun kilo alımını sınırlaması gerektirdiği düşünülmektedir ancak artışın fazlalığından dolayı bu hormonlara hücresel direnç gelişir ve işlevlerini gerçekleştiremezler. Bu nedenle kaybedilen kiloların korunması zorlaşırken, kilo alımı kolaylaşmaktadır. Vücut ağırlığı diyet müdahelesi ile azaltıldığında leptin ve insülin hızla azalarak gıda alımının artmasına ve enerji harcamasının azalmasına neden olur. Yağ kütlesindeki azalma göz önüne alındığında bu beklenen bir durumdur. Bununla birlikte, dolaşımdaki leptinde görülen azalma miktarı, kaybedilen yağ kütlesi ile kıyaslandığında çok daha fazla olarak değerlendirilmiştir. Bu durumun ağırlık döngüsündeki bireylerin yeniden kilo almasında temel itici güçlerden biri olabileceği düşünülmektedir. Ağırlık döngüsünde rol aldığı düşünülen ghrelin hormonunda görülen yükselme durumunun ise ağırlık kaybının vücuttaki yağ depolarını başlangıç ​​seviyelerine döndürme girişimi için enerji alımını arttırmasına yönelik olarak tasarlanmış telafi edici bir mekanizma olduğu düşünülmektedir. Mevcut veriler, kilo kaybına eşlik eden ve kilo koruma fazına devam eden bireylerde dolaşımdaki grelindeki artışın, artan açlığa ve enerji açığına katkıda bulunabileceğini göstermektedir. Diğer anoreksijenik peptitlerin (kolesistokinin, peptit YY, amilin, pankreas polipeptidi ve glukagon benzeri peptit-1) bir kısmı bağırsaklardan salınır ve beslenmeye yanıt olarak dolaşımda artar, bu daha sonra besin alımını sonlandırmak, tokluğu arttırmak ve öğünler arasındaki doygunluğu artırmak için hipotalamus ile iletişim kurar. Diyetle indüklenen kilo kaybına yanıt olarak anoreksijenik sinyallerde sürekli ve uzun vadeli bir azalma olduğuna dair artan kanıtlar vardır. Bu tür fizyolojik değişikliklerin kilo vermeyi takiben yeniden kilo almayı kolaylaştıran metabolik bir ortamla sonuçlanabileceği düşünülmektedir. Sonuç olarak; bireylerde ağırlık döngüsü varlığının tespit edilmesi son derece önemlidir. Ancak bununla ilgili henüz ortak bir tanı kriteri bulunmamaktadır. Ağırlık döngüsünün sonuçlarına bakılırsa varlığının tespit edilmesi önemlidir, bu nedenle ortak bir tanı kriteri geliştirilmesi gerekmektedir. Bu çalışmada ağırlık döngüsünün vücut kompozisyonuna etkileri tartışılmıştır. Yağ kütlesinde belirgin artış, yağ hücrelerinin viseral bölgede yeniden dağılımı ve kas kütlesinde kayıplar görülmesi gözlemlenen başlıca etkilerdendir. Ancak bu etkilerin görülmediği bazı çalışmalar da mevcuttur. Karşıt sonuçların varlığının vücut kompozisyonunu ölçmek için kullanılan araçların farklılığından ve ortak bir tanı kriteri bulunmamasından kaynaklandığı düşünülmektedir. Ağırlık döngüsünün vücut kompozisyonu üzerine etkilerinin farkında olunması diyet süreci yönetimi ve olumsuz metabolik sonuçlardan korunmak adına oldukça önemlidir.