İşte Bu Doktor İndir

Fiziksel acılar hakkında pek fazla konuşmayız, onu hissetmediğimiz sürece o bizim için yok gibidir. Ama insan olmanın kaçınılmaz yazgısında acı hepimize uğrar.

“İnsan bilimleri bilgileri, edebi tanıklıklar ve özellikle hastaların ya da yaralıların tanıklıklarıyla kısmen tanımlanabilecek acıyı hissetmek her şeyden önce her türlü ölçüden, her türlü belirleme ve betimleme girişiminden  kaçan, derecesini ve özelliklerini bir başkasına anlatmanın mümkün olmadığı kişisel ve mahrem bir olgudur. Acı dilin radikal başarısızlığıdır.bedenin karanlığına gömülmüştür, bireyin kendi içindeki tartışmasına aittir. Bedeni, kendi içindeki halesinde özümser ya da içine çöreklenmiş yırtıcı bir hayvan gibi kemirir ama işkence eden bu mahremiyeti adlandırmaya olanak tanımaz. Ifade edilemez, en gözüpek kaşiflerin somut bir coğrafyasını  çizebilecekleri bir kıta değildir. Bıçağı altında, yaşamın birliğinin paramparça olması dilin de parçalanmasına yol açar. Çığlıklar, sızlanmalar, inlemeler, ağlamalar ya da sessizlik yani sözün ve düşüncenin yetersizlikleri…; acı sesi kısar ve tanınmaz hale getirir.” David Le Breton – Acının Antropololojisi

Acı, deneyimimizin öznelliğini çarpıcı bir şekilde kavratır insana. Sonlu olduğumuzu sürekli unuttuğumuz günlük yaşamda bir anda bir kıvılcım çakar. Bu yaşamı yaşayanın  yalnızca “ben” olduğu gerçeği ile yüzleştirir. Tek başınalığımızı yüzümüze vurur. Dehşete düşürür insanı. Belki de bu yüzden üzerine konuşulmaktan kaçınılan bir şey. Elbette ki her an bunu düşünsek ilerleyemezdik. Günlük hayatın lakırtısında, acı bize uğramadığında yokmuş gibi yaşamak gerekli ve sağlıklı da. Ama bunu mutlak olarak inkar etmek, bize gelip uğradığında bizi düşürdüğü dehşet ile içinden çıkılmaz bir hale sokabilir.

Böyle güçlü deneyimler (ruhsal ve fiziksel acı deneyimleri) insanın kendi hayatına dair durup düşünmesi için iyi bir fırsat olabilir ve belki de yaşadığımız hayatın hakkını vermek için adım atma gücünü verebilir. Çünkü insanı kendine, kendi varoluşuna güçlü bir şekilde yaklaştırır acı deneyimi. Ötekine ifade edilemezliği ile kendimize döndürür bizi.

David Le Breton – Acının Antropolojisi kitabından bir alıntıyla daha devam edelim:

“Acı kanıtlanmaz, hissedilir. Bu anlamda sosyal dünyayla ilişkini inkar etmeye çalıştığı bir insani koşul özelliğini ifşa eder: Yalnızlık ya da daha doğrusu içe kapanma. Yıkılmış, acı çeken insan kimi zaman çektiği sıkıntının anlaşılmaması ya da şiddetinden kuşku duyulması yüzünden bir dram yaşar. Ve bedene gizlenmiş ve bakışlardan kaçan bir işkencenin samimiyetini kanıtlayabilecek hiçbir şey yoktur. Insan çok şiddetli ağrılar çektiğini söyler ama bunları kendisi gibi hisseden ya da paylaşan başka birinin olamayacağını da önceden bilir.

‘Ağrıları ve acılarımı anlatabilirim, bir başkası da yapabilir bunu  ya da yapabildiğimizi söyleriz ama bunları tam anlamıyla ve doğru bir biçimde ve hangi kesinlik düzeyiyle yansıtabildiğimiz nasıl doğrulanabilecektir?’ diyor Wittgenstein. Ve devam ediyor: ‘N.’nin acı çektiğini bilebilirim hiç kuşkusuz ama ne kadar acı çektiğini bilemem. Onun kesinlikle bildiği bir şey bu acı ama dış belirtileri, bütünüyle özel bir durum hakkında bir şey ifade etmiyorlar bana.’

Sözcükler dağılır ve bedenin içe kapanmalarındaki işkencelerine rağmen kaçıcı bir gerçekliği adlandırırlar. Başkasının acısının şiddetini anlayabilmek için başkası olmak gerekir. Bedenlerin farklılığı, kimliklerin zorunlu ayrılığı kendi acısına, özgürlüğüne ya da kişiliğine zincirlenmiş başkasının acı ve ağrı bilincine nüfuz edebilmeyi imkansızlaştırır. ‘Bunalıyorum, ağrılarım var.’

‘Bunalım dile getirilebilir, belirtiler oluşturabilir, birtakım işaretlere  ve fantazmalara dönüşebilir ya da eylemle giderilebilir. Hatta bulaştırılabilir; acı ise sadece insanın kendisine aittir.’ Yanık yarasının ne olduğunu anlayabilmek için yanmak gerekir. Ama gene yanan başka birisinin acısının derecesini anlayabilme olanağı yoktur. Sözgelimi yanma bir kader birliği yaratabilse de insanı acısının verdiği yalnızlıktan ve böyle bir acıyı sadece kendisinin çektiği düşüncesinden kurtaramaz.

Hiç kuşkusuz acı çeken bir insan asla o kadar yalnız değildir bu anlamda.”

Acıyı deneyimlemek nihai yalnızlığın en patavatsız habercisi belki de. Acı deneyiminin her ifade edilişinde kelimelerin kifayetsiz kalışı ile yalnızız; acımızın bir öteki tarafından hiçbir zaman bizimkine eşdeğer deneyimlenemezliğinde yalnızız.

Hepimiz çektiğimiz acının öteki tarafından “ben” gibi anlaşılamazlığı konusunda çaresiziz. Ancak bir şey yine de bizi ötekine yakınlaştırıyor; bu çaresizliğin hepimize içkin oluşu.

Bir ikilemle karşı karşıyayız. Yalnızlık çaresiz hissettiriyor, bu çaresizliğin ortaklığı ise yalnız olmadığımız hissini doğuruyor.

Hiçbir zaman “öteki”ni mutlak bir şekilde anlamam mümkün değil, evet. Öteki de “ben”i hiçbir zaman benim kendimi anladığım gibi, kendimi anlatmak istediğim gibi anlayamayacak…

Ama bu anlama ve anlatma çabası takdire değer ve bizi birbirimize bağlayan, bizi güçlü kılan en önemli unsur. En nihayetinde acımı ifade edemiyor oluşumun getirdiği çaresizliği, ötekinin acısının da ifade edilemezliğini anlamamla dindiriyorum. Birbirimizi anlama çabamız hayatımıza anlam katan en önemli değerlerden birisi; ve tabii ki kendimizi…

Birbirimize çok ihtiyacımız var; biraradalığa mahkumuz ve bu bazen Sartre’ın ifadesiyle “cehennem başkalarıdır” dedirten bir lanet, bazen de “iyi ki yanımdalar” dedirten bir lütuf. Yaşamımızda hangisine daha yakın duracağımızı belirlemekse bizim elimizde. Terapi ise hem “ben” hem de “öteki” ile anlayışlı bir ilişki kurabilmenin en kesin yolu.